Viyana – Kırklareli Bisiklet turu (21/07-06/08/2018)

Merhaba,

2017’deki, dümdüz profilli Talin – Odesa turundan sonra yönümü yokuşlara çevirmiş ve bu seneki tur için gözümü Stelvio’ya dikmiştim. Gelin görün ki €’nun çıtayı arş-ı alâya çıkarması ile -ki bu turun hayalinin kurulduğundaki zamandan bahsediyorum. Şimdiki kurun yarısı kadardı. :) – daha uygun yerler bulmaya karar verip rotamı Romanya’ya  çevirdim. Hedefimde Transfagaraşan’ı geçmek vardı. Bu sefer yalnız olmayacaktım. Gürcistan ve Balkan turlarında beraber pedal çevirdiğimiz kuzenim Gökalp de benimle beraber olacaktı. Geçen sene bir engeli sebebiyle planladığımız halde tura gelememişti.

Rotayı oluştururken Romanya’ya nasıl ulaşacağımız da düşünüyordum. İlk seçenek trendi ama bilet, bisiklet taşıma vb. konularını netleştirmek gerekiyordu. Diğer alternatifler de otobüs ve uçak olabilirdi. Hatta geçen sene Odesa’dan geldiğim ve iniş sırasında küçük çaplı gıda zehirlenmesi yaşadığım gemi yolculuğuna rağmen Köstence’ye gemiyle geçmeyi bile düşündüm. İlk alternatif olan treni hem düşündüğümden çok daha yüksek olan bilet fiyatı sebebiyle (bisikletleri koyabileceğim vagonun -furgon- olup olmadığını da bilmeden) eledim. Bu arada tur süresini de 1 haftadan 2 haftaya çıkarmıştım. Her zamanki gibi transfer maliyetlerini düşünüp tur süresini uzatma mantığı ağır basmıştı. :) Süreyi uzatınca rotayı da uzatmak benim genel planlama biçimim. Araçla gidip bisikletle dönmek daha kolay geliyor. Paketle, git, bisiklete bin, gel… Bu parolayla nereye gitsem diye düşünürken aklıma geçen seneki Talin’e uçak bileti için verdiğim para geldi. Dokuzyüz küsur lira vermiştim tek yöne ama Talin benim hedefim olduğu için sineye çekmiştim. Bu sefer bilet en ucuz nereyeyse oradan başlarız diye düşünüyordum. Polonya’ta baktım, Çek Cumhuriyeti’ne (Çekya) baktım ama hepsi düşündüğümden daha pahalı geldi. Sonunda o bölgeye en uygun biletlerin Viyana’ya olduğunu fark ettim. Bu yüzden rotayı da Viyana’dan başlatmaya karar verdim. Planladığım rota, Viyana’dan başlayıpk yakın büyük şehirlerden ve Tuna boyundan geçerek (ki bu rota EuroVelo 6’ydı) Romanya’ya girecek, Romanya’da önce doğudan batıya sonra da kuzeyden güneye özellikle Transfagaraşan’ı geçip Bulgaristan’a girecek ve kuzeyden güneye Bulgaristan’ı geçip Kırklareli’de sonra erecekti.

Geçen seneki Talin-Odesa turundan tecrübeliydim bisiklet taşıma konusunda. Önce THY call center aranacak. Bisiklet götürdüğünüz belirtilerek rezervasyon yapılacak. Havaalanında kontuara gidilip check-in ve diğer bagaj teslimatı yapılacak. Bisikletler için belge alınıp THY gişesinde ödeme yapılacak. Bisikletler orta alandaki büyük yük/özel taşınacak yükler alanına bırakılacak. Adamlar gelip alacak ve uçağa götürecek. İnince de bekleyip kutuları alacak ve bisikletleri birleştirip kutuları bırakacak ve yola çıkacaktık.

0. Gün : İstanbul – Viyana

Gökalp’le buluşup bisikletleri Bisiklet Sepeti’nden aldığım kutularla paketledik. Geçen sene bisiklet ve bazı eşyaları (biraz da sağlamcılık yapıp) 2 kutuya sığdırmıştım. Bu sefer de Gökalp’le 2 bisikleti 3 kutuya sığdırdık. İş arkadaşım Fatih’in lojistik desteği sayesinde sabah çok erken saatlerde Atatürk Havaalanına vardık. Fatih’e teşekkür ederek içeri girmek üzere sıra beklemeye başladık. Sıra bize gelip kutu ve çantaları X-ray cihazından geçirdiğimizde özel güvenlikçi bir kadın beni durdurdu. Gidon çantamı açtırdı. İçinden bir feneri çıkardı. Fener aslında elektroşok cihazıydı. Kadın görevli cihazı çalıştırdı ve yüzüme “Bu ne!” ile  “Ben adamı böyle yakalarım.” arası bir ifadesiyle baktı. Bu arada Gökalp de yanıma geldi. Ben de bütün öz güvenim ve “Alırsa alsın ne yapayım!” rahatlığıyla bisiklet turu yaptığımızı, dağ bayır gezdiğimizi ve güvenlik amacıyla taşıdığımı, bizim güvenliğimiz için önemli olduğunu söyledim. Geçen sene de Talin-Odesa turu için giderken yanımda götürdüğümü de ekledim. Özel güvenlikçi kadın Nuh diyor peygamber demiyordu. Ben de ısrar ettim ve yanıma almam gerektiğini, önemli olduğunu söyledim. Kadın bir iki sefer daha ısrar edip benim tavrımı görünce görevli polisi çağıracağını derdimizi ona anlatmamız gerektiği söyledi. Polis geldi. O da üstten bir tavırla girdi konuya ama ben yine ısrar ettim. “Dağda, bayırda, köpeği var, kurdu var, ayısı var, daha önemlisi ne idüğü belirsiz bir sürü tipi var” dedim. Gittiğim yerlerden bahsettim. Kabinde taşımayacağımı bagaja vereceğimi söyledim. Polis biber gazını görünce biraz daha alevlendi. “Bunu bizim bile taşımamız yasak.” dedi. Bir yandan da bisiklet kutularını görünce sanırım biraz güven sağladık. “Kabinde götüremezsiniz. Bagaja verin. Yoksa diğer aramada alırlar.” dedi.  İsmimi kaydettirdikten sonra geçmemize izin verdi. Teşekkür edip güvenlikten geçtik. Hemen metal parçaları, biber gazını ve şok cihazını bagaja vereceğimiz çantalara aktardık. Biniş kartlarını alıp bisikletleri de teslim edip biraz bekledikten sonra uçağa bindik. Geçen seneden farklı olarak bu sene 3 bisiklet kutusuna (sanırım kiloyu aşmadıkları için) 2  bisiklet parası verdik. (Geçen sene  kutuya 2 bisiklet parası vermiştim. Bu sene kârdayım. :) )

Uçaktan inip bagajları ve kutuları alp bir köşede bisikletleri monte ettik. Artık hazırdık. Viyana’ya erken saate varmamız şehri gezmemiz için bize uzun bir süre bırakıyordu ama önce merkeze varmalı ve kalacak bir yer ayarlamalıydık. Geçen turlardan alışkanlığım gideceğim yerde bütçeme uygun yerleri Booking’den bulup telefonumdaki CityMaps2Go uygulamasına işaretlemekti. Bu şekilde, “Nereye gideyim? Nerede yer arayayım ? Kalacak yerler nerelerde ?” sorularını geçip nokta atışı kalacak yerlere ulaşıyordum. Tabi yol üstünde uygun bir yer varsa oraları da değerlendiriyordum. Bu sefer de aynı şekilde bir hostele ulaşmaya çalışırken başka bir yer bulduk. Gökalp içeri girip gerekli görüşmeleri yaptı ve kalmaya karar verdik. Bir yerde kalmak için en önemli şartlar : “Bütçeye uygun mu ? Internet var mı ?  Bisikletleri koyabileceğimiz kapalı bir yer var mı ? Ya da odaya alabilir miyiz ?” Burada da bisikletler için güzel bir yer bulduk. Apartman boşluğunu bisiklet parkı olarak kullanıyorlar, kapısının önüne de çiçeklik koyuyorlardı. Bisikletleri yerleştirip eşyaları da odaya -tabiri caizse- “attıktan” sonra dışarı çıktık. 

Viyana’nın merkezine yürüme mesafesinde olduğumuz için her yere yürüdük. Parklarına, bisiklet yollarına hayran kaldık. Güneşli günün tadını çıkararak Tuna’nın bir o yanına bir bu yanına geçip şehir gezimizi yaparken havanın karardığın gördük. Bir anda yağmur yağmaya başladı. Kendimizi bir sundurmanın altına atıp dinmesini bekledik. Dinince yürümeye devam edelim dedik ama hafif hafif atmaya devam ediyordu. Fazla ıslanmadan merkeze döndük ama akşam saatlerinde yağmurun pek azalmaya niyeti yoktu. Günü çok erken saatlerden beri yaşadığımız için gözlerimiz kapanıyordu yağmurun dinmesini beklerken. Damlalar ninni gibi geliyordu. Nedense çok sonradan aklımıza geldi bir taksi ile hostele gitmek. Biraz dinlendikten sonra yağmur akşam saatlerinde dinmişti ama dışarı çıkacak halimiz yoktu. Uykuya devam ettik. Gece saatlerinde yağmurun şiddetlendiğini duyarak uyandım. Birden aklıma apartman boşluğuna koyduğumuz bisikletler geldi. Gecenin bir yarısı “üstü kapalı mıydı ? inşallah kapalıdır. İnşallah kapalıdır.” diye kendi kendime konuşup koşarak bisikletleri koyduğumuz apartman boşluğuna ulaştım. Ve ortalığın göl olduğunu gördüm. Korktuğum başıma gelmişti. Gecenin dibinde, bütün günün yağmurunu yemiş bisikletleri birer birer odaya soktum. Brooks selenin kılıfını takmadığım için suyu en fazla o yemişti. Kurulamaya çalıştım. Gecenin kalan saatlerinde de biraz uyuyup sabahı buldum.

  

Mesafe                                : 21,9 km. (Havaalanı-Şehir merkezi)

Yolda Geçen Zaman        : 01:33 saat

Ortalama Hız                     : 14,1 km/s

Max. Hız                              : 32,2 km/s

Yükseklik kazancı             : 67 m.

Yükseklik kaybı                 : 65 m.

Min Yükseklik                    : 168 m.

Maks Yükseklik                 : 201 m.

Ort. Sıcaklık                        : 27,7 C

1. Gün : Viyana– Bratislava

Sabah erken kalkıp yola düştük. Dünden kapalıydı zaten hava ama Allah’tan yağmıyordu. Turun ilk günlerinde rotamız sırasıyla Viyana-Bratislava-Györ-Budapeşte’den geçiyordu.  Bu da, rotanın ilk birkaç gününde etapların kısa olmasına sebep oluyordu. İlk günümüzde Bratislava’ya kadar yaklaşık 70 Km.’lik  bir mesafede ülke değiştirecektik. Bu da bizim için bir heyecan kaynağıydı. İlk gün mesafesinin kısa olması “ilk gün antrenman” felsefemize de çok uygundu. Hem düz profil hem kısa etap hem de Tuna kenarındaki Eurovelo 6 rotası…

Geceki yağmur vakasından sonra sabah erkenden toparlanıp kahvaltı için ne yapabileceğimizi düşündük. Çok vakit kaybetmeden, yol üstünden bir şeyler alalım dedim. Bazen çok güzel fırınlara denk geliyorduk -ki turun devamında da karşımıza çıkacaktı- ama bu sefer karşımıza çıkmadı. B planımız yol üstündeki benzinliklerden bir şeyler almaktı. Garmin’in Tuna rotası bazen yolu dolambaçlı hale getirse de (bunu turun geri kalanında daha da iyi öğrenecektim ve oyununa da gelmeyecektim :) )  bir rota tutturduk ve Viyana’nın ortasında nehir boyu bisiklet yolunda ilerlemeye başladık. Yol üstündeki bir benzinlik marketinde yiyecek şeyler ararken bizde de plastik paketlerde satılan ton balıklı sandviçlerden buldum. Aslında illaki ton balığı olsun diye bir düşkünlüğüm yok ama içinde salam vs. olan sandviçlere pek güvenemedim. Diğer çeşitler de pek cazip gelmedi. (Belarus girişinde bir benzinlikten aldığım cipsler “yengeçli” çıktığından beri daha temkinliyim. :) ) Gökalp’le birlikte yanına içecekleri de alıp poşeti gidona takıp yol devam ettik. Burası, şurası derken gözümüze kestirdiğimiz bir noktaya konuşlandık. Nehir manzarasında sandviçleri gövdeye indirdik. Yola hazırdık artık. Aslında mesafeye bakınca pek de yorulacağımızı düşünmüyordum. Eğlene eğlene düz yolda gideriz diye düşünüyordum. Yolumuz, tamamı bisiklet yolu olacak şekilde, Viyana’nın parklarının içinden, bazen ana yolların yanında bazen de hiç araç görmemecesine uzağından geçiyordu. Hatta iş, Tuna’nın bir yanından diğerine geçmek için bir köprünün alt kısmına yapılan ve sadece bisikletlere ayrılmış yoldan geçmeye gelince “Yok artık.” dedik. Aslında böyle bir yerden geçeceğimizi biliyordum ve sayısız defa hem forumda daha önce okuduğum tur yazılarında görmüştüm (@gezginkızanlar, @Barış Çavuş ) hem de Google Maps üzerinden sanal gezinti yapmıştım ama şu an oradaydım ve bu köprüden geçiyordum. Kısacası okuduğumu ve hayal kurduğumu yaşıyordum. Bisikletler için bu derece bir özel alan yaratılması bu vakte kadar görmediğimi bir şeydi. Tadını çıkarmalıydım. Gökalp’in “Medeniyet! Medeniyet!” :) söylemleri arasında ilerliyorduk. İçinde her yaştan yüzlerce insanın yürüdüğü, koştuğu, bisiklete bindiği, kültür fizik hareketleri yaptığı parkta bir de atlı görmemiz bizi dumurlardan dumurlara sürükledi. 

Yeşillikler arasında ve suyun kıyısında ve yakınında ilerliyorduk. Zaman zaman da grup ya da solo bisikletçilerle karşılaşıyorduk. Tuna’nın bir o kıyısı bir bu kıyısı derken uzaklarda binalar görmeye başladık. Bratislava’nın Viyana’ya çok yakın olduğunu biliyorduk. Hatta “İki ülkenin başkentleri hiç birbirine bu kadar yakın olur mu ?” diye de merak ve dalga konumuz olmuştu. “Yok canım, başka bir yerdir,” şartlanması ile devam ettik yolumuza. Yolun bir kesiminde, ana yolu görebildiğimiz bir noktada, sınır geçişi olduğunu fark etmemize sebep olacak geçiş noktalarını gördük. Sınır kapısı değil ama büyük tonajlı araçlar için park noktası gibiydi. Artık Slovakya’daydık. Bisiklet yolunda devam ederken solda, aşağıdaki genişçe alanda gördük o heybetli ve gizemli yapıyı. İkinci Dünya savaşı’ndan kalma bir korugandı ama oldukça büyük ve tahkimatlıydı. Daha önce Arnavutluk’ta görmüştük koruganları, Makedonya sınırını geçtikten hemen sonra. Ama onlar oldukça küçük kalıyorlardı bunun yanında. Küçük çaplı bir kale gibiydi. Çevrede, tankların geçişini engellemek amacıyla konulmuş beton ve demirden engeller görünüyordu. Yoldan ayrılıp yanına gittiğimizde kapalı olduğunu gördük. Hatta levhasında cumartesileri açık olduğu yazıyordu. Resim çekip epeyce bir geyik yaptıktan sonra yola devam ettik. (Bu yazıyı yazarken internetten baktım. Adı Bunker BS-8 ‘miş. 1930’da yapılmış Hitler Almanya’sına karşı. O zamanlar Çekoslovakya’nın koruma hattını oluşturuyormuş ama Almanlara karşı durmaya yetmemiş tabi…)

Uzaklarda, Bratislava’nın simgesi olan, adına kale dendiği halde bizim saray diyebileceğimiz heybetli bir yapı duruyordu tepenin üzerinde. Çok görkemli görünüyordu. Uzaklardan fotoğrafını çekip “Mutlaka gidelim.” dedik. Nehir kenarından giden yolumuz yine bir bisiklet köprüsüyle şehrin merkezine yöneldi. Yolumuz eski şehir merkezinden geçerek yukarılara yöneldi. Belirlediğimiz otelleri bulamadık bu seferde ama yine bir hostel bulup yerleştik. Bu sefer bisikletleri odaya alabilmiştik.  :)

Erken saatte vardığımız için yine yürüyerek şehri dolaşmaya çıktık. Önce karnımız doyurduk bir yerde. Pazar gününü sakinliğini hissediyorduk şehirde. Yürüye yürüye kaleye çıkıp şehir merkezini dolaştık. Uzun yürüyüşümüzün sonunda yine o tanıdık anı yaşamaya başladık. Yağmur yağmaya başlamıştı. Bir bankanın kapalı kapısının önünde, merdivenlerde, ortamı seyrederek zaman geçirelim dedik ama yağmur dinmedi. Bir süre takılıp sonra nasıl döneceğimizi düşünürken bu sefer bir kademe ilerleyip otobüs binmeye karar verdik.  Bileti nasıl alacağımızı çözdükten sonra otobüs saatini bekledik kalabalıkla. Sonra da hostele yakın bir yere kadar gidip yürüyerek odaya döndük.

  

Mesafe                                : 72,59 km.

Yolda Geçen Zaman        : 04:00 saat

Ortalama Hız                     : 18,1 km/s

Max. Hız                              : 36,5 km/s

Yükseklik kazancı             : 178 m.

Yükseklik kaybı                 : 161 m.

Min Yükseklik                    : 127 m.

Maks Yükseklik                 : 162 m.

Ort. Sıcaklık                        : 22,1 C

2. Gün : Bratislava - Györ

Kaldığımız hostelde kahvaltı da vardı ekstra. 4€’lık ücretini de makul bulup “En azında çay içeriz” diye indik aşağıya. Klasik standart bir kahvaltı tabağı ve çay vardı ama biz içerikten memnunduk. Gökalp’le bugünün rotasından konuşurken bir ses “Merhaba” dedi. Gözlüklü, esmer bir arkadaştı sesin sahibi. Biz de “Merhaba. Türk müsünüz ?” deyip muhabete girdik. “Baba oğul musunuz, hoca öğrenci mi ?” diye sordu sesin sahibi. Evet Gökalp’le aramda, zorlasam, baba oğul olabilecek yaş farkı vardı ama biz bu yaş farkına rağmen kuzendik. (Hatta ondan daha küçük, kendi kızımdan bile 6 ay küçük kuzenim vardı. :) ) Ama bu durum bizim birlikte bisiklet turu yapmamıza da engel değildi. :) Arkadaş Malatya’daki İnönü Üniversitesi’nde memur olarak çalışıyormuş ve Erasmus tarzı bir değişim için gelmiş. Aslında değişim değil de bir inceleme gezisi sanki. Bratislava’ya… :) Ama arkadaşın deyimiyle “ Bir görünecek.”ti sonra da Budapeşte’ye... Hatta tren saatlerini vs. de öğrenmişti. Yani asıl inceleme gezi Budapeşte’ye olacaktı. :) Sonra gelip tekrar görünüp dönecekmiş.

Biz de yolumuza devam ettik Tuna kıyısındaki bisiklet yolundan… Hava kapalıydı. Yağış yoktu. Nehir kıyısında, kıyısında değil Tuna’nın üzerindeki evler çok güzel görünüyordu yan yana… Şamandıraların üzerinde geniş bir alanın üzerine yerleştirilmiş 1-2 katlı evlerdi. Bisiklet yolu da yeşilliklerini gözümüzün önüne seriyordu “Bakın bende daha neler var ? “ der gibi. Buralarda Tuna oldukça genişliyor adet bir boğazı ya da körfezi andırıyordu. Rayka’ya geldiğimizde “Üdvözöljük” diye bir levha görüp Macaristan ve Macarca ile tanıştık. Kısaca, ki pek de kısa değildi ama, “Hoş Geldiniz” diyordu. Daha sonra Macarca’nın kelime oluşturmak için harfleri nasıl rastgele ve fütursuzca kullandığına şahit olacaktık. :)

Rayka küçük bir kasabaydı. Şirin, yeşil, düz. Bisiklet yolunun bağlandığı yol, karşısında bir marketin yer aldığı bir parka çıkıyordu. Parkta ise bir sürü bisikletçi vardı. Marketten, bizim de almayı düşündüğümüz gibi, yiyecek, içecek  bir şeyler alıp parka yayılmışlardı. Bankların bazıları ciddi güneş altın olduğu ve diğerleri de bizden önce gelen turcu gruplar tarafından kapıldığı için market tarafındaki merdivenlere oturup aldığımız şeylerden atıştırmaya başladık. Bir yandan parkta yayılan grupları bir yandan da yeni gelenleri izliyorduk. Kadınlı erkekli gruplar, bazıları kısa, bazılar bizim gibi uzun turlar yapıyorlardı. Ortak nokta, Ortleib çantalardı. On bisikletin neredeyse sekizinde vardı Ortleib. (Biri de bendim.) Onun dışında da kelebek gidon ve gidon çantaları… Gidon çantasını yararını son 3 turda ciddi anlamda görüyorum. Gerekli her şey elimin alında ve gerektiğinde de kilit altında.  

Rayka’dan sonra adlarını içinde “Duna” olan bir sürü kasabadan geçtik. Yolumuz hasat edilmiş tarlaların yanından dümdüz devam ediyordu. Arada bir Gökalp’e “Yanıma gel.” diyordum birlikte yan yana sürmek için çünkü genel olarak trafiği yoğun karayollarında hep arka arkaya gittiğimiz için yan yana gitmek garip geliyordu. :) Györ’ün merkezine yaklaşırken yine bir yer bulma sürecinden geçtik. Önce Gökalp, üzerinde sadece “+18” yazan bir kulübeye girdi yer sormak için. Merkeze nasıl gidebileceğimizi de soracaktı. “+18” ibaresi sigara-tütün mamullerinin satıldığı yerler için kullanılıyor. İçki için böyle bir uygulama olmadığı halde tütün mamulleri için bu şekilde özel bir uygulama olması şaşırtıcıydı. Sigaralar ciddi biçimde diğer  keyif verici maddelerden (alkol tabi :) başka bir şeyi kastetmedim)  izole edilmişti. Verilen tarife uygun şekilde merkeze ilerledik ama haritama işaretlediğim yerlerde boş oda yoktu. Döndük dolaştık, tarihi merkezin dışında da olsa bir yer bulup yerleştik. Hatta bir Almanyalı Türk aile ile karşılaşıp uygun kalacak yer muhabbeti yaptık. Duş aldıktan sonra merkezi gezmek ve yemek yemek için epeyce bir zamanımız vardı.

Györ’ün adını 2018 Avrupa Atletizm şampiyonasını yapıldığı şehir olarak duymuştum ama başka bir bilgim yoktu. Yeni mahalleleri oldukça modern, tarihi merkezi, diğer birçok Avrupa şehrinde olduğu gibi, iyi korunmuş bir küçük şehirdi. Merkezde yemek yemek için dolaşmaya başladık. Macarca olan tabelalara anlamsızca bakıyor, içinden anlamlı bir ifade bulmaya çalışıyorduk. Bu da çok sağlam geyiklere yok açıyordu. “Etterem Restaurant” diye bir tabela gördük. Sonra bir tane daha “Etterem Restauran”. Bir tanesinde de “Az emeleten” yazıyordu ki yaptığımız yakıştırmaların haddi hesabı yoktu. Türkçe çağrışımlar bizde geyiği ayyuka çıkardı. :) “Ne kadar çok ‘Etterem’ adında restoran var ?” diye düşünürken sonra Google Transfer sayesinde öğrendik ki “Etterem” zaten “restoran” demekmiş.  “Az emeleten” de “üst kat” :) Restoranın birinde “az emeleyip” bir şeyler yedik ve şehri gezmeye başladık. Klasik bir Avrupa şehri olarak merkez, surların arasında yer alıyordu. Dar sokakları parke taşla kaplıydı. Özel aydınlatmasıyla tarihi yapılar daha da ön plana çıkmıştı. Biz de Gökalp’le hangi sokağa gireceğimiz neredeyse yazı tura atarak karar veriyorduk. Bir ara köprülerden geçip tren istasyonun arka sokaklarına bile uzanmışız. Sokakların ıssızlığı beni tedirgin etmedi değil ama konu “dolaşmak” olunca sınır tanımıyorduk. Bir ara, o ıssız sokaklarda genç bir çift gördük. Aslında üstleri başları pek kötü değildi ama çocuğun ve kızın davranışları pek de düzgün değildi. Çocuk uzakta durdu, kız yanımıza gelip bir şeyler söyledi ama tabi ki anlamadık. Sanırım para istemişti. Garipsedik ama bağımlı olabileceklerini düşünüp acıma ve tedirginlik arası bir duyguyla neye dediğimizi bilmeden “No!” deyip yolumuza devam ettik. Dönüşte güzel bir dondurmacıda akşamı taçlandırıp odamıza döndük. Yarınki etabımız artık normal tur boyutlarında olacağı için iyi dinlenmemiz gerekiyordu. :)

 

 

3. Gün : Györ - Budapeşte

Györ’den çıkıp yeniden Tuna kıyısına yöneldik. Komarom’a kadar her zamanki gibi dümdüz bisiklet yolundan ilerledik. Yolda gördüğüm bir levhada bir meydan muharebesi resmedilmişti. Yanında da 1870 tarihli bir anıt vardı. Resimde kırmızı fesli askerler gördüğümü sanıp Osmanlı Ordusu olabilir mi dedim ama bayrak Osmanlı bayrağı değildi. Fazla da detay bulamadım internetteki araştırmamda. Komarom’da, yolun hemen kıyısında, ilk bakışta  bizim sıradan bir kale kale sandığımız ama aslında askeri kışla (garnizon) olarak kullanılan Fort Monostor’u gördük. Zamanının en büyük garnizonu olduğu kapısındaki tanıtım levhasında yazıyordu. Büyük kapının kenarına bisikletleri bırakıp içeriye girdik. Detaylı haritası ve maketini uzun süre inceleyip büyüklüğü ve fonksiyonu hakkında bilgiler aldık. İçeriye girip gezmeyi düşündük ama çok geniş bir alana yerleşmiş garnizon binası içinde bir de askeri müze barındırıyor olunca, o kadar vaktimiz olmadığı (ve kişi başı vereceğimiz 18 €’nun da hakkını vererek gezemeyeceğimiz :) ) için yola devam etme kararı aldık.   

Tatabanya’ya kadar yol düz karakterini devam ettirdi ama devamında azda olsa inişli yokuşlu bir şekle büründü. Yaklaşık 60 Km.lik bir yolumuz vardı. Yoğun bir tır trafiği olan yolun her iki yanı sık ağaçlıktı. Çok keyifli bir şekilde ilerliyorduk. Budapeşte’nin, Buda ve Peşte adlarıyla Tuna’nın iki yakasına yayılan kentin, Buda tarafında yolumuzu bulmamız biraz zor oldu. Yol sorduğumuz bir kadının bizi uzaklara göndermesiyle yolumuz biraz uzadı ama sonunda Zincir Köprü’den geçip Peşte tarafının merkezine ulaşmayı başardık. Yeme-içme merkezinin tam ortasında kalacak bir yer bulamamız da bizim avantajımıza oldu. Duş alıp insan içine çıkacak hale geldikten sonra önce bir şeyler yemek için caddeyi turladık. Karnımız doyurduktan sonra, gelirken geçtiğimiz Zincir Köprüye gittik. Gençler, ellerinde içkileriyle köprünün üst kısımlarına oturmuş muhabbet ediyor ve manzarayı seyrediyorlardı. Tuna’nın çevresi ışıl ışıldı. Taa tepede yer alan anıt da çok güzel aydınlatılmıştı veçok görkemli görünüyordu. Gökalp’le gelirken, tur planımızda yer alan ekstra günü Budapeşte’de geçirmeye karar verdik. Odaya döndüğümüzde Gökalp bisikletinin arka tekerindeki yılan ısırığını fark etti. Gelirken lastiği patlamış ve içini değiştirmiştik ama asıl sıkıntı dış lastikteydi. Arka lastik bombe yapıyordu ve böyle devam etmek ciddi sıkıntı oluşturabilirdi. Lastiği yenilemek farz olmuştu. Yarın ki gezimize, tıpkı Dubrovnik’te olduğu gibi (ama orada tamirci aramıştık) bisikletçi arayarak başlayacaktık.

Mesafe                                : 135,46 km.

Yolda Geçen Zaman        : 07:26 saat

Ortalama Hız                     : 18,2 km/s

Max. Hız                              : 45,6  km/s

Yükseklik kazancı             : 572 m.

Yükseklik kaybı                 : 565 m.

Min Yükseklik                    : 118 m.

Maks Yükseklik                 : 314 m.

Ort. Sıcaklık                        : 29,6 C 

4. Gün : Budapeşte - Budapeşte

Sabah kahvaltısını meşhur olduğunu iddia eden bir waffle’cıda yaptık. “Çay var mı ?” dedik küçücük mekanın sahibi olan kadına. O da “Var.” dedi. Biz de oturduk ama çay yine “sallama” çıktı. “Ne yapalım ? Çay çaydır.” diyerek waffle’lı mideye indirdik çayla. Güzeldi ama ben kahvaltıda tatlı adamı olmadığım için pek de kesmedi.

CityMaps2Go uygulaması ve Google Maps üstünde yaptığım aramalarla bizim konumumuza yakın bisikletçileri belirlemiştim. Belirli bir yürüyüş rotası oluşturup buralara ulaşmayı ve 28” tur lastiklerine bakmayı planladık. Yürümek, bir şehri gezmenin en güzel şekli. Bisikletsiz seyahatlerimizde de şehirlerde yürüyüp şehirlerarası ulaşımı kiralık araçlarla yapmaya çalışıyoruz. Hem çok keyifli oluyor ve hem de şehirlerarası ulaşımda zamanımızı çok daha iyi kullanabiliyoruz. 

İlk uğradığımız bisikletçi, bir pasajın giriş katında büyük bir mağazaydı. Her ürün grubu için ayrı bir köşe oluşturulmuştu. Direkt lastiklerin olduğu bölüme yöneldik. Hem dağ bisikleti hem de yarış ve tur bisikleti için çok çeşitli seçenekler vardı. Ben tur lastiği deyince Schwalbe Marathon (benimki Mondial) serisinden şaşmayan ve ilk seçenek olarak onu öneren biriyim. Tabi burada zorunlu bir durum olduğu için bütçemizi de göz önüne almak gerekiyordu. Alternatiflere bakmak için haritamızdaki başka noktalara yürümeye devam ettik. Genelde ya istediğimiz marka ve modeli bulamadık ya da fiyat olarak pek de uygun değildi bulduklarımız. Tabi Gökalp’in Marin Gestalt 1’inin üzerindeki Schalbe S One da özel bir lastik olduğundan muadil bir şey bulmak daha da zorlaşıyordu. Bir mağazanın tavanarası bozması üst katında istediğimiz türde lastikleri bulduk. Alalım dedik ama adamlar ilginç bir şekilde elimize bir kart tutuşturdu. Baktık ki internet sitelerinin adresi var kart üzerinde. Yani adamlar bize “Size şimdi satmıyoruz gidin internet sitemizden alın.” diyorlardı. Biz de, “Öyle iş mi olur ? Lastik orada. Biz buradayız. Para da burada. Verin bize lastiği.” diyorduk ama  adamlar “İsa” diyor. “Peygamber” demiyordu. Kısaca lastiği alamadık. Kös kös çıktık dükkandan. “Ya bu nedir ya…? Satmayacaksan niye dükkan açtın ? ” diye diye artık iyiden iyiye tepeye çıkan güneşin altında yürümeye devam ettik. Kaldığımız yere uzak bir yerde, iki caddenin köşesine konuşlanmış küçük bir bisiklet mağazasında bulduk aradığımızı. Her ne kadar Schwalbe’ci olsam da :) Continental’in uygun bir çift lastiğini  almak için biraz pazarlık yaptık. Dönüş yolumuzu kısa tuttuk. Gözümüze takılan Subway bizi yolumuzdan çevirmekte zorlanmadı. “Kesin acıkmışızdır. :)” diyerek oturup sandviçi gövdeye indirdikten sonra otelin yolunu tuttuk. Lastikleri bırakıp nehir boyuna vurduk kendimizi. Gece çok güzel görünen Budapeşte gündüz de başka bir havadaydı sanki. Karşı yakanın tepelerine şehrin sarayları ve anıtları yerleşmişti ve oralara yürümek bu günün iki temel görevinden biriydi. Diğer de Budapeşte Hayvanat Bahçesi’ni gezmek… Seyahatlerimde, eğer fırsat yaratabiliyorsam, bulunduğum şehrin hayvanat bahçelerini gezmeye çalışıyorum. Geçen seneki Talin-Odesa turumda bir günümü Kiev’e ayırmıştım ve orada da hayvanat bahçesini gezmek için zaman yaratmıştım kendime… Bugün de Gökalp’ten, kısa bir süre de olsa hayvanat bahçesini gezmek için zaman rica ettim. O da sağ olsun kırmadı beni. Hatta uzun bir süredir hayvanat bahçesine gitmediğini söyleyip o da heveslendi. Öğleden sonra oralara yönelme planı yaptık böylece.

Zincir Köprü’den karşıya geçip kale ve sarayların olduğu bölgeye yürümeye başladık. Hava çok sıcaktı ve bulunduğumuz yer çok kalabalıktı. Yukarıya çıktığımızda manzara da harikaydı. Bulabildiğimiz aralıklardan fotoğraf çekip etrafı seyretmeye başladık. Dönem kıyafetleri giymiş 4 atlı kalabalığın içinden geçerken insanlar da fotoğraflama çabasındalardı onları.  Atlıların koordinasyonu bir kadın binici tarafından kesin kısa komutlarla sağlanıyordu. Bir atlı da kısa boylu kadrosunda yer alıyordu. Bizde de geyiğin haddi hesabı olmuyordu tabi. :) Açık havada manzara harikaydı. Bolca fotoğraf çekip zaman geçirdikten sonra inişe geçtik. Tuna üzerindeki bir başka köprüden Peşte’ye geçip hedefi hayvanat bahçesine çevirdik. Saat 15:30 civarıydı ve hayvanat bahçesi de 17:00’te kapanıyordu. Varmamızla birlikte tahminen bize tüm hayvanat bahçesini dolaşmak için 1 saat civarı vakit kalacaktı. Kahramanlar meydanında bir iki fotoğraf çekip bilet almak için hızlıca kuyruğa girdim. Bileti alır almaz da oyalanmadan içeriye girdik. Şehrin merkezinde, çok da geniş olmayan ama iyi bir sunuşu olan bir parktı Budapeşte Hayvanat bahçesi. Park alanı dışında da geniş bir şehir parkı bulunuyordu çevrede. Biz Gökalp’le fillerden, akvaryuma, sürüngenlerden maymunlara hızlı hızlı turladık. Artık kapanış vakti geldiğinde de zor da olsa ayrıldık. Artık istikamet merkezin caddeleriydi. Akşam yemekten sonraki zamanı, bir gece önce bize muhteşem bir görüntü sunan, tam tepeye konuşlanmış kalenin önündeki anıtta gitmeye ayırdık. Zincir köprüyü geçip tırmanışa geçtik. Karanlık sayılabilecek yürüyüş parkurunu tamamlayıp sonunda oldukça kalabalık olduğunu fark ettiğimiz meydana vardık. Macaristan’ın özgürlüğünü temsil eden ve elindeki palmiye yaprağını başını üzerinde tutan kadın heykeli 1947 yılında dikilmiş. Muhteşem ışıklandırması uzaklardan çok görkemli görülmesine sebep oluyordu. Manzaranın tadını çıkarıp fotoğrafladıktan sonra geldiğimiz yöne göre ters istikametten inişe geçtik. Tekrar köprüye geldiğimizde, çıktığımız noktayı uzaktan bir kez daha fotoğraflayıp odaya döndük. Bir gün boyunca pedal basmamış ama yürümekten epeyce yorulmuştuk. Yarınki etap için güzel bir uyku çekmemiz gerekiyordu.

 

5. Gün : Budapeşte - Kiskunfeleghaza

 

Bir önceki gün Budapeşte’deki uzun yürüyüşümüz, “dinlenme günü” olarak nitelendirilebilecek günü yine “ayaklara karasular inme günü”ne çevirmişti. Kahvaltıyı geçiştirip kendimizi hızlıca E75 kodlu yola attık. Daha doğrusu Tuna kenarındaki bisiklet yolundan Budapeşte’den çıkan ana yola ulaştık. Yol E75 üzerindeki Keskemet’ten geçiyordu. Ciddi bir tır trafiği olan ve sağ sol sık çalı ve ağaçlarla kaplı ilginç bir yoldu. Aslında yol kenarında bisiklet, Traktör ve at arabası giremez levhası vardı ama biz yolun keyfini çıkarıyorduk. Dikkatimiz çeken sık aralıklı tır parklarının olmasıydı. Gökalp’in daha sonra “Bizi yolcu etmeye gelen ablalar” olarak niteleyeceği 3 kadın 1-2 km. aralıklarla yola “tezgah açmış” :) bir şekilde müşteri bekliyorlardı. Hele bir tanesi “tezgah açma” anlamında epeyce açılıp saçılmıştı yolun kıyısında. Tabi bisiklet üzerinde olmanın verdiği avantajla kendilerinin bizi “yolcu etmesi” bir motorlu araca göre daha uzun sürüyordu ister istemez. :)

Keskemet’e ulaştığımızda yemek için bir yer aramaya koyulduk. Şehrin merkezi, kendinden beklemeyecek (aslında bizim beklemediğimiz ve görünce şaşırdığımız demek daha doğru) güzellikte bir parka ve tarihi yapılara sahipti. Meydana karşı bir yer bulduk Gökalp’le, oturduk epeyce bir yemek yüklendik, kısa süre sonra da kendimizi tekrar yolda bulduk. Keskemet’in çıkışından başlayan çok güzel bir bisiklet yolunda uzun bir süre yol aldık. Tam sağımızda büyük bir fabrika arazisi vardı.  Mercedes Benz fabrikası olduğunu gördük. Önünde yüzlerce binek otomobil vardı. A serisi olanlarını kolayca tanıdım ama sedan olanların serisini anlamam mümkün değildi. Enişteme attığım mesajda fabrikanın bir iki fotoğrafını koyup “Seninkinin doğum yerinden geçiyoruz.” diye yazdım.  (Arabası Mercedes :) )

Kiskunfelegyhaza, aslında tamamen yolu bölmek amacıyla bulduğum bir noktaydı. Keskemet yakın, Szeged uzak kaldığı için haritayı incelerken aradaki küçük kasabayı bulmuş, Booking üzerinden konaklanacak yer testini de geçince  rotaya eklemiştim. İsmi bize komik geldiğinden de sık sık tekrar edip üzerine geyik çevirdik epeyce.   Google’dan anlamına baktım “haza” “ev” anlamına geliyormuş. Ama “Félegyháza”nın anlamı “Yarım Kilise”ymiş. “Kiskun” de bölgenin ismi. Bir sonraki gün geçtiğimiz yerin adı da Oroshaza’ydı. O da benim düz çevirimle Rusevi anlamına geliyor sanırım. Ya da Rus Kilisesi.  :)

Kiskunfelegyhaza’nın merkezine gelirken -ki zaten küçük bir merkezi vardı- CityMaps2Go’ya işaretlediğim 2 yerden birinin önünden geçiyorduk. Gökalp, her zamanki dış ilişkiler sorumlusu sorumluluğuyla içeri girdi. Kısa bir süre sonra geldi ama suratı bir karıştı. Elemanlar ciddi yüksek bir fiyat çekmişler. Bir de üzerine “Buradaki tek otel biziz.” manasına gelecek şekilde burunlarından kıl aldırmamışlar. Ama ben tedbirli turculuk örneği göstererek diğer alternatif yeri de işaretlemiştim. Bakabileceğimiz 1 otel daha vardı ve yolda 2 tane de pansiyon levhası görmüştük. Bir sonraki yer arka caddedeydi ama bizim için hiç sorun değildi. (Daha sonraki tek sorun bisikletleri otelin içindeki otoparka bırakmak oldu ama 2 büyük kilidi bunun için taşıyordum zaten.) Fiyat sormak için Gökalp yine içeri girdi ama bir türlü çıkmaz oldu. Uzun bir süre onu bekledim ve meraklandım ama bisikletleri bırakıp içeri de girmedim. Bana upuzun gelen dakikaların ardından Gökalp geldi. Otelin fiyatı diğerine göre çok daha hesaplıydı. Kalabilecektik. Niye bu kadar uzadığını merak ettim. Resepsiyondaki kadın hiç İngilizce bilmiyormuş. Gökalp konuşunca sorusunu Google Translate’e yazmasını istemiş. Kendi de cevabı aynı şekilde çevirip göstermiş Gökalp’e. Uzunca bir “Google Translate” diyaloğundan sonra anlaşmışlar. :)

Sonunda odaya çıkıp duş aldık ve klasik bir atıştırma faslı için kendimizi dışarı attık. Hava kararmıştı. Biz de ana caddede yürüdükten sonra ara sokaklardan başlangıç noktamıza döndük. Yol boyu yenecek bir şey var mı derken tek alternatifin otele 20-30 m. mesafede olan marketten alınacaklar olduğunu görünce kendimize atıştırmalık abur cubur alıp otele döndük.

Mesafe                                : 114,74 km.

Yolda Geçen Zaman        : 05:43 saat

Ortalama Hız                     : 19,6 km/s

Max. Hız                              : 37,0  km/s

Yükseklik kazancı             : 124 m.

Yükseklik kaybı                 : 121 m.

Min Yükseklik                    : 108 m.

Maks Yükseklik                 : 159 m.

Ort. Sıcaklık                        : 30,4 C

6. Gün : Kiskunfeleghaza – Arad

 

Bugünkü etap, Romanya sınır geçişini içeriyordu. Kiskunfelegyhaza’dan çıkıp, ana yoldan ayrılarak Szentes, Oroshaza, Battonya üzerinden Romanya sınırına ulaşmayı planlıyorduk. Hedef, sınıra en yakın büyük şehir olan Arad’dı. (Düm)düz karakteri ve tarlaların arasından geçen ara yolun pek fazla yeni bir şey vaad etmemesi sebebiyle pek keyifli değildi. Hatta Gökalp’in, bu uzun ve sıkıcı rotada, yola ilişkin serzenişlerine de maruz kaldım. :)  O da benin gibi düz karakterli ve çok uzun süre değişmeyen manzaralı yollardan pek hazzetmiyordu. “İyi ki geçen seneki tura (Talin-Odesa) gelmemişsin !” dedim kendisine. “Dümdüüüz yollarda ruhun sıkılırdı.” :) Gerçi çok güzel rotalardan geçmiştim ama kısmen Belarus, boydan boya Ukrayna’nın yollarının düzlüğü insanın içini karartan seviyelere ulaşıyordu. Düz yol severlere duyurulur.  (Sayın @osmankıtay :) )

Yolun en ilgili çekici iki noktasından biri sağda boydan boya uzanan tel çitin yanına uzanmış yüzlerce beyaz kazın olduğu çiftlikti. Gelişimizle kazların rahatı biraz kaçmıştı ama ben fotoğraf çekmek için rahatlarını biraz daha kaçıracaktım. O kadar kaz olunca, tıslamaları ve bed sesleri de ortamda yankılanıyordu (Yankılanıyordu demem sözün gelişi. O düzlükte yankı yapacak bir yer de yoktu ya…  Belki çiftlik binalarının duvarı. :) )

Romanya sınırına gelince, artık gerçek bir sınır geçişi yapacağımız için ciddiyeti ele aldık.  Macaristan sınırından çıkıp Romanya’ya girince sınırdan geçişimiz biraz zaman aldı. Sınır görevlisi polis uzun süre elinden düşürmedi pasaportlarımızı. İnceledi, inceledi, tekrar inceledi, fotokopi çekti ama uzun süre vermeyince “Acaba bir problem mi var ?” diye kendilerine sormak zorunda kaldım.  Problem yoktu. Pasaportlarımız verdiler. Biz tam “Oh. Bu da tamam.” derken iki dakika sonra tekrar istediler. Yine incelediler, baktılar. Sonra tekrar geri verdiler. Anlamadık ama çok da sorgulamadık. Sınırda bu kadar zaman geçirirken yanımıza baba oğul iki kişi geldi. Türk olduğumuz konuşmalarımızdan anlamışlar. Kendileri de Türkmüş, Fransa’da yaşıyorlarmış. Tatil için de Türkiye… Biraz sohbet ettik. Klasik sohbet içeriği bisiklet turumuz ve yorgunluktu. Ve ne kadar güzel bir şey yaptığımız… :)

Yolumuz akşamın alaca karanlığına doğruydu. Arad’a daha 20 Km. civarı yolumuz vardı. Romanya’nın ilk kilometrelerindeydik. Gökalp’in “Abi şuraya bak !”  uyarısıyla kafamı hızlıca sağa çevirdim. Orada, tarlaların ortasındaydılar. İki tane ceylan… Biz yakınlarından geçerken de aksi istikamete koşarak gözden kayboldular. İkinci defa doğada ceylan görmüştüm. İlki de yine bu yaz ailemle birlikte arabayla yaptığımız Balkan turunda, gecenin bir yarısı Makedonya’dan Yunanistan’a girerken kullandığımız ara yolda, yolun ortasında duran bir ceylandı. Çok güzel görünüyordu. Yolun tam ortasında durmuş bize bakıyordu ama hemen ürküp gözden kaybolmuştu.

Turnu sınır kapısından Arad’a gelen yol ana yola bağlandığında artık hava iyiden iyiye kararmıştı. Arad’a varmasak da yolun üstünde bir yer bulup kalabiliriz diye düşündük. Ve tesadüf ki tam da kavşak noktasında bir otel vardı. Gökalp yer ve fiyat durumunu sormaya gitti. Geldiğinde bisikletler içinde uygun yeri bulduğunu söyledi. Odaya bile çıkmadan bir şeyler yiyelim dedik. Resepsiyondaki genç, bize, restoranın 10:00’da kapandığını söyledi. Yetişebilirdik sanki. Masaya oturduk ama görevli kadın sadece içecek bir şeyler olduğunu ve mutfağın kapandığını söyleyince hayal kırıklığına uğradık. Bizimle birlikte restoran bölümüne gelen genç, kadına bir şeyler söyledi, kadın da bizden sipariş aldı. Yemek yemek bizi kendimize getirebilirdi belki ama yorgunluk da had safhadaydı. Hemen odaya çıkıp duş aldık ve dinlenmeye çekildik.  

Mesafe                                : 132,67 km.

Yolda Geçen Zaman        : 07:33 saat

Ortalama Hız                     : 17,5 km/s

Max. Hız                              : 29,0  km/s

Yükseklik kazancı             : 83 m.

Yükseklik kaybı                 : 69 m.

Min Yükseklik                    : 90 m.

Maks Yükseklik                 : 137 m.

Ort. Sıcaklık                        : 26,8 C

7. Gün : Arad- Deva

Uzun etaplarımız devam ediyordu. Sabah yola çıktığımızda Arad’a daha 10 km. yolumuz vardı. Ondan sonra da 100 km.’nin üzerinde devamı... Dünün aksine bugünkü etap daha eğlenceliydi çünkü yol kıvrıla kıvrıla giden Maroş ırmağının yanından hafifçe yükseliyordu. Yolun “yokuş” denebilecek bölümleri Deva’ya 25 km kalana kadar karşımıza çıkmıyordu. Romence’nin genel özelliği olarak adında bolca “ş” harfi olan yerleşim yerlerinin kısa aralıklarla karşımıza çıkması yolun daha eğlenceli geçmesine sebep oluyordu. Kamyonların, tırların bolca bulunduğu trafik oldukça yoğundu. Bu yol, Romanya’nın doğu-batı doğrultusunda ana tır trafiği aksını oluşturuyordu sanki.

Uzun zamandır meyve yemediğimizi göze alarak yol üstünde bir yerden kavun aldık. Yanında da hazır kek ve meyve suyu.  Uzun bir süre uygun bir yer bulmak için arandık. Sonunda, bizdeki karayollarını yol üstü parklarına benzen bir park bulup konuşlandık. Kavunu ve keki biketool’un bıçağı ile kesip mideye indirirken epeyce sohbet de ettik. Sohbetimizin en yakın izleyicileri de karasinekler olmuştu. Ama ciddi bir rahatsızlık oluşturmadılar. Asıl rahatsızlık için benim yokuş çıkmamı bekliyorlardı. :)

Deva’ya doğru devam eden yolun kenarında Türk bayrağını görünce direkt daldım. Ortam oto yıkamacıydı. Ben de biraz muhabbet olur ve diye yönelmiştim yola hafif bir yokuşla bağlanan girişine. Bir araba ve birkaç kişi vardı. Hiç sektirmeden “Merhaba” dedim ama umduğumu bulamadım. Türkçe konuşan ya da Türk olan kimse yoktu ortamda. İngilizce sordum “Türk yok mu ?” diye  ve makus talihimizle de bu şekilde yüzleştik. Ortamın Türklerle bir ilgisi yokmuş. Bizim gibi bayrağı görüp gelen sazanları avlamaya çalışıyorlarmış. Bayrağı gören gelsin arabasını, kamyonunu  da yıkatsın hesabı…

Aradığımız bulamayınca kös kös yola geri döndük. Akşam üstü yoğun trafikte yol almaya devam ediyorduk. Yoğunluk iyice artınca Deva’ya kadar gitmeye kasmadan bulduğumuz bir yerde konaklayalım dedik. Hava tamamen kararmıştı. Yok kenarında, köşede bir market ve önünde masalar vardı. Bir de pansiyon levhası. Gökalp direkt “Abi pansiyona bakalım.” dedi. İki tarafında da bahçe olan sokağın sonunda solda bir ev vardı. Karanlıkta kapıyı çaldık. Orta yaşlı zarif bir hanımefendi kapıyı açtı.  Gökalp, klasik konaklama muhabbetlerini yaptı. Kadından olumlu bir cevap gelince içeri girdi. 5-10 dakika sonra geldi. Yer oldukça güzeldi. Oda genişti. Bisikletleri için kadını gösterdiği yer açık hava olunca kendisinden kapalı bir yer rica ettik. Bizi kırmadı. Otopark olarak kullandığı kapalı yerin demirden ağır kapısını açtı gece vakti. İçeride arabası vardı. Bisikletleri yerleştirdikten sonra kapıyı kapatırken bir kanadın üstündeki mil düştü. Kadına kapıyı kapamasında yardım ettik. Olacağı varmış ama hiç yoktan kadına iş çıktı. Odaya eşyaları bırakıp ana yolun üzerindeki markete gittik. Etrafta birkaç kişi daha vardı. Televizyon da açıktı. Oraların buluşma noktası olduğu belliydi bu marketin. Market sahibi kadına yemek sorduğumuzda kızını çağırdı. Kızı düzgün bir İngilizce’yle o saatte yiyecek bir şeyler olmadığını söyledi. Bir kez daha haya kırıklığı yaşasak da ortama çabuk adapte olduk. Yoğurt, ekmek ve yanına abur cubur bir şeyler alıp masalardan birine oturduk. Kısa sürede nefsimizi körelttikten sonra pansiyonumuz döndük. Yine etabı tam kilometresinde tamamlayamamıştık ama sorun yoktu.

 

Mesafe                                : 149,88 km.

Yolda Geçen Zaman        : 08,10 saat

Ortalama Hız                     : 18,3 km/s

Max. Hız                              : 34,8  km/s

Yükseklik kazancı             : 406 m.

Yükseklik kaybı                 : 341 m.

Min Yükseklik                    : 96 m.

Maks Yükseklik                 : 175 m.

Ort. Sıcaklık                        : 25,9 C

 

 

8. Gün : Deva - Sibiu

 

Pansiyondan erken saatte ayrıldık. Kahvaltıyı Deva’ya bırakmıştık. Deva’ya yaklaşırken tepenin üzerindeki kale dikkatimiz çekti. Oldukça heybetli görünüyordu. Buraya tırmanmanın zor olacağını düşünürken baktık ki bir de teleferik yapmışlar kaleye. Tabi bisikletliler için değil… :) Ana yoldan geçerken bir pastane bulup kahvaltıyı sağlam yapmak için içeriye, merkeze doğru döndük. Sonunda amacımıza ulaşmıştık. Poğaça vs. de satan bir fırından sıcak sıcak nevaleleri alıp hemen yanındaki parkta güneşin altına oturduk. Tabi bunda bütün gölgelerin kapılmış olmasını da etkisi vardı. :) Sıcak poğaçaların yanında meyve suyu da iyi gitti. Kahvaltı gayet sağlam oldu. Yola devam ettik.

Yolun sağıdaki levhanın üzerindeki isim dikkatimi çekti. ”Arsenal Park” yazıyordu. Hemen aklıma futbol takımı olan Arsenal geldi ama park bir macera parkıydı. Yol üzerinde, daha sonra internetten de araştırmama rağmen açıklamasını bulamadığım ilginç bir anıt da vardı. Sağda, küçük bir tepenin üzerinde bir mamut dişini andıran kıvrımda ve şekilde ilginç bir anıt. Belki de benim benzettiğim şeyle çok alakasızdır ama nedense bana mamut dişini çağrıştırdı.

Yolun devamında karşımıza Tartaria tabletleri anıtı çıktı. Anıtın üzerinde Tartaria 5500  D.H. yazıyordu. Ben bunu kendimce M.Ö. 5.500 olarak çevirdim. Sonradan araştırdığımda, üzerinde tartışmaların olduğu, dünyanın en eski yazısını taşıyan ve antik Tuna medeniyetlerine ait olan tabletler olduklarını okudum.

Sebeş’ten geçerken, ana yolda, Romanya’nın en ünlü iki geçidinden biri olan Transalpina’nın levhasını gördüm. Özellikle motorcuların Transfagaraşan’la birlikte turladıkları çok güzel ve keyifli geçitlerden biriydi. Bu sefer hedef Transfagaraşan olduğu için başka bir sefer gelmek üzere levhasıyla fotoğraf çekilip yola devam ettik.

Yolumuz, sık aralıklarla, iki yanımızda rengarenk bir veya iki katlı evlerin olduğu küçük kasabalardan geçiyordu. Birinin ismi çok ilgimi çekti. “Apoldu de sus” IT kökenli biri olduğum için hemen bu yer adı üzerinden kendimce geyikler çevirmeye başladım. İşini bir an önce bitirmek isteyen bir yazılımcı, sistem adminden, testte kullandığı server’ın ayağa kalkıp kalkmadığını bildirmesini ister. Ona göre kodunu test edecektir. Admin server’la ilgili gereksiz detaylara girince iyice sabırsızlanan yazılımcı öfkeyle bağırır : “Apoldu de sus!”. Mesleki deformasyonun sonucunda ortaya çıkan bu şartlı refleks bende istemsizce “Apoldu de sus” diye tekrar etmeme yol açıyordu.

Sibiu’ya varmamıza az kalmıştı ama biz yine de uygun bir yerde konaklarız diye düşünüyorduk. Çünkü hava tamamen kararmıştı. Bunula beraber, adını birkaç kez duyduğum bu şehri merak ediyor, görmeden geçmek istemiyordum. Şehre varınca, yemek ve kalacak yer bulmak için tarihi merkeze yöneldik. Çevresi surlarla çevrili eski şehir merkezinde geniş bir meydan vardı. Etrafında da restoranlar… Ama biz önce kalacak yer bulmak istediğimiz için CityMap2Go’dan işaretlediğim bir iki yere baktık. Aslında bu eski şehir merkezinde karşımıza çıkan her yere… Ama hiçbirinde yer yoktu. Şehrin diğer kesimlerine bakmadan önce yemek yemek için uygun bir restoran aradık. Birçoğu o saatte artık mutfaklarını kapamış sadece içecek ikram ediyordu. Neyse ki bir yer bulup oturduk. Yemek yerken de etraftaki hareketliliği seyretmeye başladık.

Yemek sonrası merkeze gelirken çıktığımız yokuşları inerek tarihi merkezden çıktık. Ana yolda bulduğumuz bir otelde Gökalp yine dış temsilcimiz olarak resepsiyondaki hatunla ilişkilerini kuvvetlendirdi. :) Bisikletleri otele ait arkadaki kapısı kapalı ama üstü otoparka bırakabildik. Yanımızdaki tüm kilitleri üst üste takıp odaya çıktık. Oyalanmadan dinlenmeye çekildik. Çünkü ertesi gün yolumuz Transfagaraşan’dan geçecekti. Ya da ben öyle sanıyordum. :)

 

Mesafe                                : 134,93 km.

Yolda Geçen Zaman        : 07:56 saat

Ortalama Hız                     : 17,0 km/s

Max. Hız                              : 55,7  km/s

Yükseklik kazancı             : 944 m.

Yükseklik kaybı                 : 717 m.

Min Yükseklik                    : 194 m.

Maks Yükseklik                 : 598 m.

Ort. Sıcaklık                        : 24,7 C

 

9. Gün : Sibiu – Kaptan Motel

Nihayet o gün gelmişti. Tüm turun kraliçe etabı olan Transfagaraşan etabına başlıyorduk. Gökalp’le yaptığımız planlamalarda bugün burayı tek hamlede çıkıp çıkamayacağımız konuşuyorduk sıklıkla. Yokuş sağlam bir yokuştu, uzundu ve Sibiu’dan etaba başladığımızda ana yoldaki Transfagaraşan ayrımına kadar 45 km.lik bir yolu kat etmemiz gerekecekti. Bu anlamda B planımız çıkışta ya da zirvede kalacak yer bulup kalmak olacaktı. Harita üzerinden rota ve etap planlaması yaparken çıkışta, inişte ve zirvede konaklanabilecek bir iki yer bulunabileceğini gördük. Tabi rezervasyon yapmak mümkün değildi ve hangi saatte nerelerde olabileceğimizi de bilmiyorduk. A planında ise çıkabildiğimiz kadar çıkıp gece de olsa inerek Curtea de Argeş’e ulaşmak vardı.

Yine trafiği yoğun olan bölünmüş yolun en sağından ilerliyorduk. Sibiu’dan ayrıldıktan 15 km. sonra büyük bir dönel kavşağa ulaşılıyordu. Burası, aslında Sibiu’dan sonra yolun iki ana kola ayrılmasını sağlayan ana  kavşak vazifesi görüyordu. Bir taraftan doğuya doğru devam edip Braşov’a, diğer taraftan da Transfagaraşan’a paralel güneye doğru inerek  Ramnicu Valcea, Piteşti ve Bükreş’e ulaşıyordu. Bu yüzden trafik aşırı yoğundu. Hem ağır vasıta hem de, beklemediğimiz bir şekilde özel araçlar…

Tempolu bir biçimde kavşağa kadar pedal çevirdim. Arkama baktığımda Gökalp’in olmadığını gördüm. Bir süre bekleyip dinlendim ama Gökalp görünürde yoktu. Şu ana kadar yokuş denebilecek bir nokta olmadığı ve yola daha yeni çıktığımız için bu kadar sürede gelmemesi dikkatimi çekti. Bir de aklıma Balkan turumuzda, Dubrovnik’te yaşadığımız olay gelince fazla oyalanmadan geriye doğru pedal çevirmeye başladım. Yaklaşık 1 km. geride Gökalp’i yolun kenarındaki bir yükseltinin üzerinde otururken gördüm. Omuzları düşmüş, iki büklüm haldeydi neredeyse. Dinleniyor sandım ama bunun bir dinleme durumu olmadığını anlamam kısa sürdü. Bu yıldırım hızındaki düşüncelerin ardından ağzımdan “Gökalp hayrola!” çıktı. Ne olduğunu çok merak ediyordum ve ilk aklıma gelen bir aracın çarpmış olabileceğiydi. Gördüğüm kadarıyla bir kaza durumu yoktu ortalıkta. Bisikleti düzgün bir biçimde kenardaydı. Üstünde, başında bir problem de görünmüyordu.

-“Abi çok kötüyüm.” dedi.

-“Ne oldu ?” dedim.

-“Midem bozuldu. İstifra ettim.” dedi.

-“Biraz dinlen.” dedim.” Sona devam ederiz.”

-“Abi devam edemem. Çok kötüyüm.” dedi.

Şaşırdım. Hem midesi bozulmuştu ve anladığım sadece istifra ile kalmayacak ishalle de devam edecek bir durumu vardı.

                -“Abi ben çok kötüyüm. Devam edebilecek durumda değilim.” dedi, tekrarlayarak…       

Halsizliği yüzüne yansımıştı ama orada durmak da pek mümkün değildi. Kavşağa kadar gittiğim için orada benzinliklerin olduğunu biliyordum. Birine ulaşıp orada uzun süre dinlenmek daha uygun olacaktı. “Gel şuradaki benzinliğe gidelim. “ dedim.  Onun için zor da olsa yavaş yavaş pedal çevirerek benzinliğe kadar ulaştık birlikte. Bir kaza olmamasına çok sevinmiştim ama şu an içinde bulunduğu durumun da pek iç açıcı olmadığını görüyordum. Sibiu’ya geri dönmek de bir seçenekti ama bunu ancak gününü büyük bir bölümünde dinlenip kendini iyi hissettiğinde yapabilirdi. Gerçi sadece dinlenmek ne kadar düzelmesini sağlardı onu da bilmiyordum. Benzinlikte, dışarıdaki masalardan birine, gölgeye oturduk. Sabahın erken saatinde bile güneş ısıtmaya başlamıştı. Ben hemen sıcak bir şeyler almak için içeri girdim. Sallama çay ve yiyecek bir şeyler aldım. Bu arada Gökalp de uzun bir tuvalet ziyareti yaptı ve kaçınılmaz sonla yüzleşti. :) Uzun bir dinlenmeden sonra durumu değerlendirmeye başladık. Gökalp çok kötü olduğunu ve yolda devam edemeyeceğini söylüyordu sürekli. Ben de bugün dinlen sonra bakarız diyordum. Sibiu’ya dönüp dönememeyi konuşurken kavşağın karşı yakasında, Sibiu istikametindeki benzinlikte Kaptan Motel levhasını gördük. Orada kalabiliriz diye düşündük. Benzinlikten çıkıp motele gittik Fiyat pazarlığı yapıp bisikletleri de arka girişe bağlayıp yukarı çıktık. Küçük bir odaya eşyalarımızı rastgele yerleştirip dinlenmeye çekildik. Aslında Gökalp direkt uyku moduna geçti diyebilirim. Ama kesintili ve bol tuvalet ziyaretli bir uyku. Gökalp uyurken ben bolca telefondan internete girip kızımın deyimiyle “internette çürüdüm”. :)

Günün yarısında yemek yemesi için ısrar ettim Gökalp’e. Aşağıya inip restoranda yemek yedik. Güzel tarafı tam damağımıza uygun yemekler vardı. Ve tabi çorba da… :) WhatsApp üzerinden eşimle konuştuğumda bir eczane bulup ilaç almamı önerdi. Tabi bulunduğum yerde bir eczane bulmam mümkün değildi. Tam anlamıyla “in the middle of nowhere” bir moteldeydik bize göre. Sadece yemek ve yatacak yer…

 

 

Mesafe                                : 14,55 km.

Yolda Geçen Zaman        : 00:48 saat

Ortalama Hız                     : 18,0 km/s

Max. Hız                              : 36,30  km/s

Yükseklik kazancı             : 36 m.

Yükseklik kaybı                 : 78 m.

Min Yükseklik                    : 379 m.

Maks Yükseklik                 : 428 m.

Ort. Sıcaklık                        : 17,5 C

 

 

 

 

 

10. Gün : Kaptan Motel- Casnadie - Kaptan Motel

 

İnternetten eczane araştırırken aklımdan Sibiu’ya dönmem gerekeceğini geçirmiştim. Ama bana Casnadie diye bir yerde birkaç eczane olduğunu söylüyordu internet. Sibiu yolunun yarısından epeyce içeri girmem gerekiyordu. Buna rağmen görmediğim bir yere gitmeyi tercih edip Casnadie yolunu tuttum. Yüksüz bir şekilde ilerlemek de garip gelmişti. :) Yoğun trafiği bypass etmek için beni yol kenarındaki yerleşim yerinin içinde geçiriyordu Garmin. Sonra da yolun karşısına geçecek bir kavşak bulup dar yola girdim. Yol, beni, merkezi oldukça hareketli ve turistik görünen, güzel tarihi yapıları korunmuş küçük bir kasabaya çıkardı. İnternetten lokasyon bilgisini aldığım eczaneye ulaştım. İki kadın eczacının hizmet verdiği modern bir eczaneydi ve içinde de iki müşteri vardı. Biraz bekleyip eczacı kadına derdimi, daha doğrusu Gökalp’in derdini anlatmaya çalıştım. Kadının İngilizcesi benim anlatmaya çalıştığım şeyi anlayacak kadar iyiydi. İstifra, ishal, halsizlik vs. bütün problemler için ilaç alıp üzerine bir de mideyi yatıştırıcı çaylardan aldım. Merkezde bir iki fotoğraf çekip gerisingeriye Kaptan Motel’e döndüm. Bir dünya ilacı anlattım Gökalp’e. Aç karna, tok karna… Almaya başladı ilaçlarını. Ben de kâh onunla birlikte odada kâh aşağıdaki restoranın masalarında vakit geçirdim. Sürekli Gökalp’i kontrol edip nasıl olduğunu soruyordum ama durumu pek iç açıcı değildi. Midesi hâlâ kötü durumdaydı ve tuvaletten fazla uzaklaşmak istemiyordu. Doğal olarak pedala basmayı, yolda devam etmeyi düşünemiyordu bile. Akşam yemeğini yedikten sonra bir durum değerlendirmesi yaptık. Gerekirse yarın da burada kalabileceğimiz söyledim. Ama sonrası ne olacaktı bilemiyordum.

 

Mesafe                                : 26,15 km.

Yolda Geçen Zaman        : 01:25 saat

Ortalama Hız                     : 18,3 km/s

Max. Hız                              : 38,30  km/s

Yükseklik kazancı             : 83 m.

Yükseklik kaybı                 : 82 m.

Min Yükseklik                    : 391 m.

Maks Yükseklik                 : 459 m.

Ort. Sıcaklık                        : 27,8 C

11. Gün : Kaptan Motel - Transfagaraşan - Piscul Negru

 

Sabah ilk işim Gökalp’in durumunu öğrenmekti. İlaçlarla birlikte daha iyi olmasını bekliyordum ama beklediğim durumda değildi. Genelde iyi olmasına rağmen bisikletle yola devam edecek fiziksel durumda olmadığını söylüyordu. Ben bugünü de gözden çıkarmıştım. Günü de geçirir, sonra da Transfagaraşan’ı pas geçip ana yoldan Bükreş’e gidebiliriz hem de fazla efor sarf etmemiş oluruz diye düşünüyordum. Aklım Transfagaraşan’da kalacak olsa da Gökalp’le birlikte yola devam edebileceğimizi düşünüyordum. Ama tabi Gökalp’in düşüncesi benimle aynı olmayabilirdi. Bu konuda ısrar etmeden yanında olmaya çalışıyordum. Aklımda Transfagaraşan’ı geçmek olsa da  şu  an Gökalp bu konuda pek ümit vermiyordu.

Kahvaltı sonrası Internet’te zaman geçirirken WhatsAp’tan eşimle konuştum. Durumu anlatıp bugünü de burada geçireceğimizi söyledim. O da, bana, “Gökalp dinlenirken sen git gel. Çıkabildiğin kadar çıkar sonra geri dönersin, hem de görmüş olursun, o kadar hayal etmiştin.” dedi. Açıkçası bu önerisi aklıma yattı. Gökalp gün içinde dinlenirken benim ona direkt bir yardımım olmuyordu. Sadece yanında bulunuyordum. Gökalp’e, o dinlenirken  Transfagaraşan’a gidip gelmeyi düşündüğümü söyledim. “Çıkabildiğim kadar çıkar, oraları da görmüş olurum. Akşam geç de olsa dönerim. Sen de dinlenirsin. Yarına da bakarız.”  dedim. Bunun üzerine Gökalp hiç beklemediğim bir cevap verdi. “Abi ben hiçbir zaman yola devam edebilecek seviyede olamayacağım. Sen yoluna devam et. Ben buradan döneyim.” dedi. Ben, belki bir gün sonra yola devam ederiz ama aradan Transfagaraşanı çıkarırız, yolu da kolaylaştırırız diye düşünürken o turu kafasında bitirmişti. “Ama sen nasıl dönebileceksin ki bu durumda ?” diye sordum. Onun beni ikna ettiği sözü “Abi zaten benim fiziksel bir yardıma ihtiyacım olmuyor. Seni de yolundan alıkoymayayım. Ben buradan otobüsle, bir şeyle dönerim. Sen de yola devam edersin.” oldu. Aklımda, Transfagaraşan, geçen sene geçemediğim Bulgaristan geçti. Yola devam etmeyi çok istiyordum. Gökalp de böyle bir öneride bulununca ve gerçekten de rolüm yanında bulunmaktan başka bir şey gerektirmediği için, olabileceğini düşündüm. “Sen ne yapacaksın peki ?” dedim. “Ben bugün otobüsle nasıl gideceğimi öğrenirim.” dedi. Özellikle bu detayları almalıydık ki onun ne zaman ve nereden otobüslere binebileceği belli olsun. Kaptan Motel’in işletmecisi Türk arkadaşla görüştü. Detayları sordu. Sibiu’dan otobüsle Bükreş’e, oradan da yine otobüsle İstanbul’a gidebileceğini öğrendi. Saatlerini de öğrenince onun da programı belli oldu. Bu durumda, ben yolda devam edecektim o da yavaş yavaş Sibiu’ya dönecek ve otobüsle Bükreş’e gidecekti. Kısaca benden önce Bükreş’te olacaktı. :)

“Bi gezip geleyim.” diye başladığım günde yola devam ediyordum ama gün öğleyi bulmuştu neredeyse. Yola hazırlandım. Gökalp’le vedalaştıktan sonra yola çıktım. Bir buçuk günlük dinlenmenin ardından yoldaydım ve kraliçe etaba başlamıştım. Aklımda bir sürü soru vardı. Hava nasıl olacak ? Transfagaraşan ayrımına kadar 45 km. yol nasıl geçecek? Ben tırmanışa başlarken ne durumda olacağım ? Ne kadar çıkabileceğim ? “Artık yola devam edemeyeceğim” dediğim noktada kalacak yer bulabilecek miyim ? Hava nasıl olacak ?  Hava nasıl olacak ? Hava nasıl olacak ?...

MapMyRide ilk 45 Km.’nin sonrasında 40 Km.lik, ortalaması %4 olan bir tırmanış gösteriyordu. Artık MapMyRide’ın tavrını iyi biliyordum. Asıl yokuş dediğimiz noktanın öncesindeki az eğimli yerleri de ortalamaya kattığı için yolun devamının ciddi eğimli olduğunu anlıyordum. Dolayısıyla benim için tırmanış 40 Km. değildi ama ortalaması da %4 hiç değildi. :)

Yol, trafiği yoğun bir biçimde devam ediyordu. Benim de heyecanım artıyordu. Kafam sürekli sağ tarafa dönük pedal çeviriyordum. Dağlara bakıyordum. Hava aşağıda fena değildi ama yukarılar çok bulutlu görünüyordu. Sonunda, Balea Lac, Cartişoara ayrımına geldim. Balea Lac  Transfagaraşan’ın tepesindeki gölün adıydı. Ortaya çıkarken Cascada adında başka bir gölün yanında geçiyordunuz. Levhada  Balea Lac 35 km. yazıyordu. Bu da en az 20 km. sağlam tırmanış anlamına geliyordu. :) Ana yoldan ayrılıp Transfagaraşan geçidinin yoluna girdim. Yol çok hafif bir eğimle karşıdaki dağa doğru gidiyordu. Ben de, her tırmanışta olduğu gibi tahmin etmeye çalışıyordum yolun geçtiği yerleri. Bir yandan da yukarıdaki bulutlara gözüm takılıyordu. “Yağmur var.” dedim kendi kendime. “Kesin yağmur var.” 

Yolun yavaş yavaş tırmanmaya başlamasıyla ben de tırmanış moduna girdim. Günün öğleden sonrasının ortalarını bulmuştum. Artık ormanın içinde, %8, %10, %12, %14 eğimlerle boğuşmaya başlamıştım. Hava serin olmasına rağmen ister istemez terliyordum ama bunu üzerine bir de yağmur atmaya başlayınca yağmur kıyafetlerine geçmem kaçınılmaz olmuştu. Kask kılıfından ayakkabı kılıfına kadar giyindim ve klasik olanı yaşadım. Yağmur kısa sürede kesildi. :) İlk durak Lac Cascada’ydı. İlk karşılaştığım göldü diyecektim ama göl yolun 50 m. altında olduğu ve ormanın içinde olduğu için görüş alanıma girmedi. Ben de tırmanışa devam etmek için yoldan ayrılmadım. Göl yakınında otellerin ve satış alanlarının olduğu küçük bir yerleşim alanı vardı. Birçok araç yol kenarına park etmiş insanlar gölün olduğu alana doğru yürüyorlardı. Hareketli bir ortam görüntüsü veriyordu çevre. Devam ederken, üzerinde yeşil fondaki yazı ile  Transfagaraşan geçidinin  açık olduğunu belirten levhayı gördüm. 07:00 – 21:00 saat aralığını görünce de geçişlerde saat sınırlaması olduğunu düşündüm.  Bu levhayla fotoğraf çektirmek benim için önemliydi ama daha tırmanılacak yaklaşık 15 km. yol vardı. Yola devam etmeliydim.

Bulutlar ensemdeydi ama o ilk sortinin dışında bir yağışla karşılaşmamıştım. Yol artık daha dik bir biçimde tırmanıyordu. Manzara, bulutların müsaade ettiği kadar görünüyordu ama muhteşemdi. Yol kenarında, uzaklardan dikkati çeken muhteşem bir kayanın üzerine bir levha monte edilmişti. Yazısını okuyamadım ama o heybetli kaya geliş ve gidiş istikametinde çok güzel görünüyordu. Dönüp dönüp baktım.

Yolun ulaştığı son noktada karşımda bir duvar gördüm. :) Trasfagaraşan’ı araştırırken gördüğüm, muhteşem firkete virajların  olduğu noktaya gelmiştim. O virajlar da o duvara tırmanabilmek içindi. Gerçekten bir duvar gibi yükseliyordu son çıkış. Sağdan, soldan, bir sürü noktadan çok sayıda dere birleşe birleşe daha büyük dereleri oluşturuyor, çağlaya çağlaya muhteşem görüntüler vererek akıyordu. Hava ıslak, ortam ıslak, ben ıslağım… Tahminime göre önümde 5 km.lik, firkete virajların olduğu yokuş vardı. Ortamda hiç ağaç yoktu ve yağış olursa ne yapacağımı bilemiyordum. Daha doğrusu hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. :) Ve korktuğum başıma gelmekte gecikmedi. Yolun son 3 km.sinde bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ıslanmadık yerimi bırakmadı. Ben de, herhangi bir korunak olmadan, ıslana ıslana tırmanışa devam ediyordum.  Son metreleri aşınca Transfagaraşan’ın zirvesinde buldum kendimi. Müthiş bir rüzgar, yağan yağmuru daha da şiddetle çarpıyordu suratıma. Ama işte oradaydım. 2000 m.’de, Trasfagaraşan’ın zirvesinde. :) Aslında burası bir zirve değildi. Dağın zirvesinin 200 m. altındaki gölün (ki buranın benzeri olan Uludağ’ın zirvesinin altındaki gölleri de görmüştüm) yakınında 2 otel ve satış standlarının olduğu bir ortamdı. Yolun devamı da bir tünelle dağın öteki yüzüne çıkıyordu.

Benim için yemek ve dinlenme zamanıydı. Ama feci rüzgar, yağmuru ve soğuğu kat kat arttırıyordu. Bulduğum bir gözlemecide hem tuzlu hem de tatlı ihtiyacımı giderdim. Önündeki tentenin altında yağmurdan korunarak yiyeceklerimi yedim ama yanındaki çay pek de istediğim bir çay değildi. Hem sallama hem de hiç haz etmediğim şekilde meyve çayıydı. Hızlıca karnımı doyurdum. Yapmam gereken 2 şey vardı. Önce buranın magnetlerini almak :) sonra da kalacak bir yer bulmak. Aslında biraz daha devam edebilirdim ama akşam olmuştu ve hava berbattı. Uygun bir yer bulursam burada da kalabilirim diye düşündüm. Yola yakın olan, dağ evi havasındaki otelin içine girdim. Tito’yu dışarıda sundurmanın altına, yağmuru fazla yemeyecek ve görebileceğim bir noktada bıraktım. İçerisi sıcaktı. Yağmurluğumun içi ve dışı eşit ıslaklıklaydı. Lobi ya da restoran denebilecek yerde bir masaya konuşlanıp, başka bir şey bulamadığım için, yine o iğrenç meyve çaylarından içerken ısındım. Bu arada otelin fiyatını da sordum ki sormaz olaydım. Tam 250 € dedi resepsiyonla çay ocağı arası yerdeki hatun.  Nedense bir anda yola devam etmeye karar verdim. :) :) :) Ama çok ıslaktım ve inişte bu şekilde devam etmek istemiyordum. Yağmurluğum ıslaktı ve giyince tekrar ıslanacaktım. Bunun üzerine birkaç kat giyinmek aklıma geldi. Kılıf olmasına rağmen ayağım ıslaktı. Çorabımı değiştirince de ıslanacaktım ama en azından biraz zaman kazanacaktım. Forma yerine daha kalın olan içliği ve üzerine de, normalde, yağışsız ama serin yerlerde giydiğim rüzgarlığı , hepsinin üstüne de ıslak yağmurluğu giydim. Tamamen ıslanan kadar biraz zaman kazanırım diye düşündüm. Ve işe yaradı… :) Bir süre o kuruluk hissiyatı gerçekten iyi hissettirdi. İnişte kendi kendime sürekli “Çok mantıklı, çok mantıklı…” diye tekrarlıyordum. Ama sürekli... “Çok mantıklı, çok mantıklı…”

Tünelin içi bile damlıyordu. Öte yakası ise ayrı bir dünyaydı. Rüzgar azaldığı için, duruyorken yağış pek etki etmese de inişte hızlanınca ciddi ciddi çarpıyordu yüzüme. Ama tüm bu olumsuzluklara rağmen manzara harikaydı.  Hele orada olmanın verdiği his tavandı. :) Keskin virajlarda, çok da hızlanamadan, arada fotoğraf çekmek için durarak iniyordum. Bu şekilde, hava kararana kadar devam edebilirdim. Aslında kararsa da deva ederdim ki zaten yer bulmak için etmeliydim. Zirvelere, bulutlara, küçük şelalelere baka baka iniyordum. Henüz rahatsız da olamamıştım yağmurdan. Çünkü yaptığım çok mantıklıydı. :)

Yolun sağında, yoldan içeride kalan, 5-10 yapının bir arada olduğu bir yerleşim  yeriydi Piscul Negru. Yapıların çoğu da otel, motel, pansiyon sınıfındaydı. Yolunda aşağı inip tekrar yukarıya doğru çıkarken adamın birinin bana seslendiğini duydum. Ne dediğini anlamadım ama  “Boş oda var” tadında bir şey olduğunu düşündüm. Buna rağmen gözüme takılan başka bir yere gidip fiyat sordum. Sonra başka bir yere. Uygun olan bir yere karar kıldım. Kaldığım yer aile işletmesi olan bir pansiyondu. Tito’yu iç kısımda bir yere alıp odaya çıktım. Hemen sonra da yemek için aşağıdaki restorana ( restoran dediysem de bir kaç masa :) )  indim. Karnımı doyurup tekrar odaya çıktığıma bütün bir günü aklımdan geçirip kendi kendime tekrarlıyordum: “Çok mantıklı. Çok mantıklı…”

               

Mesafe                                : 75,31 km.

Yolda Geçen Zaman        : 06,03 saat

Ortalama Hız                     : 12,4 km/s

Max. Hız                              : 47,9  km/s

Yükseklik kazancı             : 1736 m.

Yükseklik kaybı                 : 983 m.

Min Yükseklik                    : 367 m.

Maks Yükseklik                 : 1963 m.

Ort. Sıcaklık                        : 19,0 C

12. Gün : Piscul Negrul - Piteşti

 

Dün öğleye doğru yola çıkıp 75 km. yol yapmış ve Transfagaraşan’a çıkmıştım. Açıkçası çok da konsantre olmadan başladığım kraliçe etapta ve o hava şartlarında iyi bir iş çıkardığımı düşünüyordum. Tur planımdaki 2 günlük boş günün ikisini de kullanmıştım ama önümde 1 ekstra günlük yol vardı. Ama şimdi işim inmeye devam etmekti. Dün 2000 m.’deki geçide çıkmış, oradan da 1200 m.’deki Piscul Negru’ya inmiştim. Yola, güne en güzel başlanacak şekilde, inişle devam ediyordum. Hava kapalı ve soğuktu ama yağışsızdı. Yemyeşil ağaçların ve aralardaki küçük şelalelerin arasından, arada bir fotoğraf çekmek amacıyla durmanın dışında sabit bir hızla iniyordum.  Ama yol profili dünkü gibi sürekli bir inişe izin vermeyecekti çünkü Transfagaraşan’ın güney yüzünde, aradaki derin vadinin rezervuarını oluşturduğu büyük bir baraj vardı. Yol da bu barajın gölünün kenarından, genelde hafif iniş karakterli olsa da, inişli çıkışlı bir şekilde devam ediyordu. Geniş baraj gölünün çevresinde, bazıları uzakta, tek tük konuşlanmış yapıların konaklama amacıyla kullanıldığı görülüyordu. Bazıları da, “Bu güzel ortamda acaba niye terk etmişler ?” diye merak uyandıracak şekilde boş olan yapılardı. Kapalı hava, yemyeşil orman, su az görünse de suyun yakınında giden harika bir yol… Gide gide, bu büyük rezervuarı oluşturan barajın bulunduğu bölgeye geldim. Burada etraf oldukça kalabalıktı. Yeme içme alanları, arka arkaya park edilmiş arabalar, baraj gölü manzarası ve barajın diğer yakası. Barajın adı da Barajul Vidraru. Bir yanı suyun kenarı olan barajın duvarının aslında ne kadar yüksek olduğunu gösteren öte yanı… Derin vadi, etrafta uçuşan kuşlar, her fırsatta selfy çeken insanlar… Baraj gölünde tekne turları, yemek için manzaralı teraslar, en tepede de, elindeki şeyleri şimşeğe benzettiğim stilize insan figürü… İnsana aynı anda çok çeşitli duyguları hissettiren ilginç bir  ortamdaydım. Yolun devamı, sağ taraftan, gölün karşı yakasından gelen tünelli yolla birleşip sol taraftaki tünele yöneliyordu. Çok oyalanmadan soldaki tünele girip yola devam ettim. Profil merdiven basamağı gibi beni bir kat aşağıya, barajın altına indiriyordu. Oldukça dik olan bir yola girmiştim yeniden. Çok uzaklaşmadan solumda köpek havlamaları duyup kafamı çevirdim. İkisi büyük, ikisi küçük dört köpek bir olmuş bir köpeğe saldırıyorlardı. Köpek kanlar içinde kalmıştı ve karşı koymaya çalışıyordu. Bir an bu köpeklerin neden kendi cinsine kadar büyük bir saldırganlık gösterdiklerini düşündüm. Sonra da insanları… Hiç farklı değildi. Güçlü olan, kalabalık olan her durumda zayıfı eziyordu. Durup müdahale etmeyi düşünsem de yoldan uzakta olmaları ve benim de aşağıya doğru mesafe almış olmam sebebiyle geri dönmedim. Doğrusu saldırgan köpekleri karşıma almaya da çekinmiş olabilirim tabi.

Barajdan sonra ufak ufak yerleşim yerleri ve bununla birlikte konaklama imkanları da başladı. Normalde belirlediğim etapta Sibiu’dan Curtea de Argeş’e  (ya da yakınına) gelmeyi planlamıştım ama dünkü ani gelişen durum karşısında yola çıkmam sebebiyle Piscul Negru’da konaklamıştım. Bu da çok mantıklı :) bir durum olmuştu çünkü yolun geri kalanını yağış altında ve karanlıkta geçmememi sağlamıştı. O yorgunlukla buralara kadar gelmek oldukça zorlayıcı olabilirdi.

Argeş Manastırı levhalarında bol bol Kont Drakula’nın (Vlad Tepeş) temsili ve abartılı resimleri kullanılmıştı yol kenarlarında. Ama asıl Drakula’nı şatosu Bran Kalesi’ydi ve oradan geçen bir etap planı yaptığım halde Transfagaraşan’ı geçmeyi daha önemsediğim için (ve 2 gün de kaybettiğim için) o tarafa yönelmedim. Curtea de Argeş aynı zamanda benim yemek molama da ev sahipliği yaptı. Yolun kenarında, salaş mı salaş bir lokantanın girişine, gözümün önüne koydum Tito’yu. Yemekhane formatlı self-servis bir yerdi. Yemekler de sulu mu sulu sebze yemekleri, çorbalar, ne idüğü belirsiz tatlılar. :) Ez az riskli olacak bir iki yemeği alıp yedim. Kapalı ama yağışsız olmaya devam eden havada yoluma devam ettim. Bugünkü etabı nerede bitireceğim konusunda kararsızdım. Piteşti’yi gözüme kestirmiştim ama “Kısa mı olur acaba ?” diye geçirdim içimden. Ama sonrası Gaeşti’ye kadar, hatta Gaeşti’de de kalacak yer bulamayabilirdim. Bir sonraki etabı uzatmak pahasına etabı Piteşti’de bitirmeye karar verdim. CityMaps2Go’da işaretlediğim bir iki yerden sonra hafif mafyatik ortamlara benzer bir otelde kalıp Tito’yu da girişte kapalı bir odaya kendi kilitlerimle kilitledim. Duş alıp, uzun zamandır yapmadığım şekilde şehirde turlamaya başladım. Yemek için fast food tercih ettim. Hatta bir alışveriş merkezi bile gezdim. Romanya’da herhangi bir şehirden magnet  alamamıştım şimdiye kadar. Onu da hallettim. Sonra şehrin merkezindeki yaya bölgesinde yürümeye başladım. Aileler, gençler, benim gibi saplar :) ortalıkta dolaşıyordu. Etraf hareketliydi. Odaya giderken su ve abur cubur alıp biraz keyif yaptım. Gökalp’e mesaj yazdım ama bir haber yoktu. Yarın için radikal kararlar alıp kendimi bir sonraki gün için uykuya bıraktım.

Mesafe                                : 105,21 km.

Yolda Geçen Zaman        : 05:47 saat

Ortalama Hız                     : 18,2 km/s

Max. Hız                              : 45,2  km/s

Yükseklik kazancı             : 461 m.

Yükseklik kaybı                 : 1308 m.

Min Yükseklik                    : 479 m.

Maks Yükseklik                 : 1357 m.

Ort. Sıcaklık                        : 19,2 C

13. Gün : Piteşti - Rusçuk

Kahvaltımı bir gün önce bir pastaneden aldığım poğaçalarla ve meyve suyuyla yaptım otel odasında.  Gecenden, bugün için önemli bir karar vermiştim. Turun bitimi 2 gün uzadığında, bu sene sınava giren kızımın tercihleri için belirlediğimiz üniversite ziyaretleri için gerekli zamanı ayıramayacaktık. Takvimimiz çok sıkışacaktı. Bu sebeple 2 günlük yolu 1 güne indirmeye ve Bükreş’i pas geçerek, Piteşti’den doğrudan Ruscuk’a gitmeye karar verdim. Böylece kaybettiğim 1 günü kazanacaktım. Tabi bu kararı almamdaki en büyük etken yolun halen az eğimle de olsa iniş karakterinde olmasıydı. Böylece 170 km’lik, turlarda şimdiye kadarki en uzun 3. mesafeyi geçebilecektim. Belirlediğim yol, internet üzerinden konaklama seçeneklerine çok da detaylı bakamamama rağmen uygun görünüyordu. Bu arada, Piteşti-Bükreş yolu üzerindeki Gaeşti’ye uğrayıp çalıştığım şirketin Romanya’daki fabrikasındaki tanıdığım Türk arkadaşlarımı da ziyaret etmeyi planlamıştım. Aslında bu buluşmayı bir gün önce için planlamıştım ama gelişmeler sebebiyle gerçekleştirememiştim. Piteşti’den Ruscuk’a giden ara yol Piteşti-Bükreş-Rusçuk  üçgeninin hipotenüsü gibiydi. Gün kazanmanın karşılığında günün büyük bir bölümünü ara yollarda geçirecektim.

Erkenden yola çıkıp Gaeşti’ye doğru pedal basmaya başladım. Genel olarak yoğun olan yolda, sağlı sollu yerleşim yerleri, güzel bahçelere sahip evler vardı. Hava, önceki günlere göre artık çok saha güneşliydi ve gün içinde ciddi yüksek sıcaklıklara çıkma emareleri gösteriyordu. Gaeşti’de, ara yola ayrılmam gereken yoldan yaklaşık 5 km. daha Bükreş istikametine ilerleyip Arctic fabrikasını görmeye başladım uzaktan. Bu benim için bir heyecan kaynağıydı çünkü, şirkette daha önce buna benzer tur planları yaparken ilk defa bir lokasyonuna, bireysel de olsa bisikletle ulaşıyordum. Ama düşünmediğim (aslında ihtimal verdiğim) şekilde, sürpriz yapmayı düşündüğüm arkadaşlarımdan birinin Türkiye’ye gittiğini, diğerinin de bir toplantıda olduğunu öğrenince kendisine not bırakıp ayrıldım. Artık pedallara daha da güçlü basarak geriye, girmem gereken ara yola yöneldim. Geçen seneki Talin-Odesa turum sırasında özellikle Belarus ve Ukrayna’dan geçerken yol boyu kasabalarda görmeye alışık olduğum 2. Dünya savaşı ile ilgili anıtlara benzer bir anıtı burada da gördüm küçük bir kasabayı geçerken yol kenarında. Aralarındaki önemli fark bu anıtın 1. Dünya Savaşı için olmasıydı. Üzerinde Kartal olan ve 1916-1918 yazan bir sütun. Önünde de, 1. Dünya savaşında kullanılmış olması mümkün olmayacak kadar yeni bir top.  Sonuçta savaş değil mi ? Ha birinci ha ikinci olmuş ne fark eder ? Koy önüne bir topu gitsin. Aslında böyle yerlere tank top koymanın mantığını hep merak etmişimdir. Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu hatırlatmak için mi yoksa savaşla korkutmak için mi ?

Yol “-eşti”lerle biten sayısız kasaba ve köyden geçiyor ve haritada tam anlamıyla diyagonal ilerliyordu. Asfalt zaman zaman yeni yapılmış İç Anadolu duble yolları kalitesindeydi zaman zaman da her iki metrede bir var olan enine çatlakları sebebiyle sürekli küçük zıplamalar oluşturan ve artık insanı zıvanadan çıkaracak şekilde rahatsızlık veren bir kalitesizlik içindeydi. Uzun süre böyle devam eden yol Bükreş’ten gelen ana yolla Ghimpati’de buluştu. Benim de açlığım tavan yapmıştı artık. Çünkü 120 km.yi devirmiştim. Çok güzel bir yemeğin hayalini kuruyordum. Kavşak noktasında, daha önce geçtiğimiz kavşaklardaki gibi yemek içme yerleri bulabileceğimi hayal ediyordum. Ama işte şu an o noktaya gelmiştim ve kel bir benzinlikten başka bir tesis yoktu. Sınır kapısına doğru devam etmem gereken yol da tam karşımda aynı darlığı ve tenhalığıyla devam ediyordu. Ama pes etmedim. Ghimpati’nin içinde bir yerler bulabilirdim. Sağa dönüp ana yoldan merkezine doğru pedal basmaya başladım. Gözlerim en ufak bir yemek ihtimalini atlamamak için çevreyi tarıyordu. Bir süper market gördüm ama salaş malaş bir yer bulup oturmak istiyordum. Merkeze devam etme inadımı korudum. Taa ki gitmem gereken yoldan iyice uzaklaştığımı fark edene kadar. Kısacası bir yer bulamadım ve süpermarkete geri döndüm. İçeri girip yiyecek şeylere bakmaya başladım. Rafların arasında dolaşıp iyice acıktım. Market görevlisi kızlar rafları diziyordu. Gözüme kestirdiğim bir konserveyi alıp ekmek, kola, su  ve üçgen peynirle birlikte kasaya yöneldim. Kasadaki kıza klasik soruyu sordum. İçinde domuz var mı ? Kız başını evet anlamında sallayınca da şaşırdım. Geri döndüm. Kız da bana yardımcı oldu ve sonunda ton balığı konservesine karar verip tekrar kasaya yöneldim. Parasını ödeyip dışarı çıktım. Çevrede bu nevaleleri yiyebileceğim en uygun yerin bisikletimi koyduğum gölgenin de olduğu merdiven kenarı olduğunu gördüm. Hızlı bir biçimde, ayakta yiyip bitirdim ne varsa. Peynirlerden kalanları da çantaya attım. Anayolu kesen ara yola dönüp kalanına devam ettim 170 Km.’lik yolun…  

Kalan 60 km.’yi küçük kasabalar, köyler, ayçiçeği tarlaları arasından sabit bir tempoda geçtim. Haritadaki Türkçe adının  Yergöğü olduğunu gördüğüm ilin çevre yolu beni Bulgaristan sınırına ulaştıracaktı. Ama önce Tuna’ya… Ahh Tuna… Turun başından bir süre bize eşlik eden o heybetli Tuna şimdi de, sanki beni yolcu eder ve arkamdan el sallar gibiydi. Yeniden karşıma çıkan eski bir dost gibi… Dolambaçlı yol artık tırların park alanı olmuştu. Ardarda ekli vagonlar gibi dizilen tırlar... Plakalarına baktım Türk plakalıları ayırt etmek için. Yolun sol şeridi akmaya devam ettiği için de çok temkinli ama tempolu bir biçimde ilerliyordum. Tır sırasının sonunda bir polis tırları tek tek gönderiyordu sınır noktasına orada birikmeyi önlemek için… “Bu hayat da böyle bekleyerek geçiyor.” dedim içimden. Ben de hiç gelemiyorum yolda beklemeye. Hep başka bir yoldan ilerlemeye çalışıyorum ama tır halinle nereden gidebilirsin ki ?  Beklemek kaderin. Sınıra geldiğimi sandığım nokta, aslında bir sonra tır sırasının başladığı yerdi. Daha sınıra gelmemiştik. O tır grubunu da geçtiğimde ulaşabildim Romanya’dan çıkış noktasına. Ve Tuna’nın yanı başına. Karşımda, iki yakayı, Romanya ile Bulgaristan’ı birbirine bağlayan çok uzun bir köprü vardı. Sınır geçişleri her zaman bir heyecan yaratıyordu ama burada hem yeniden buluştuğum Tuna’yı görmek hem uzun bir köprü geçişi yapmak hem de çok uzun bir etabın sonunda ulaşacağım yere yakınlaşmak sebebiyle heyecanım katlandı. Demir köprüden, çok yakınımdan geçen küçük araçlara ve tırlara çok dikkat ediyordum. Fakat ne yazık ki köprünün bir duvar gibi yükselen korkuluklarından etrafımı ve güzelim Tuna’yı göremiyordum. Bir an evvel bitsin istiyordum bu köprü geçişi. Uzaklardan çok güzel görünen bu köprü üzerinde olana benim gibi bir bisikletliye sunmuyordu güzelliklerini. Sonunda karşı yakaya geçip araçların arasından yaklaştım kontrol kulübelerine. Romanya girişindeki gibi uzun bir tarama olmadan hemen aldım pasaportumu geri. Sonra da Rusçuk’a doğru pedallara asıldım. Bulgaristan girişinde araçların “Vignette” denilen bir pulu almaları gerekiyor. Bir nevi yol vergisi. Bunun satışının yapıldığı bir sürü gişe var geçişten hemen sonra. Arabalar önlerinde durup alma telaşında. Benim gibi bir motorsuz için gereksiz telaşlar. :)

Rusçuk’a az bir yolum kalmıştı. Açlık da başıma vurmuştu ama kendimi güzel bir yemekle ödüllendirmek istiyordum. Haritaya bakıp, ana yoldan ayrıldım ve Tuna kıyısına paralel ama içeriden giden bir yola girdim. Yolun sakinliği, kısa sür önce yaşadığım keşmekeşten sonra iyi gelmişti. Tempoyu düşürerek şehir içi standartlarında ilerleyip bir yandan da Garmin’den merkeze olan uzaklığımı kontrol ediyordum. Ana caddeden bir sokak içeride küçük bir otel buldum kalmak için. Otelin sorumlusu kadından da bisiklet için uygun bir yer istedim. Sonrada duşumu alıp kendimi Rusçuk sokaklarına vurdum. Artık hava kararmıştı ve benim merkeze kadar yürüyeceğim, yürürken de etrafı seyredeceğim birkaç kilometre vardı önümde. Dikkatimi çeken merkezdeki parklar ve rengarenk ışıklarıyla havuzlar oldu. Hem geziniyor hem de tüm günün açlığını dindireceğim bir yer arıyordum yemek için. Ama bu yemek yine bir özül yemeği olacaktı 180 km.nin üzerine. Neyse ki açık bir yer buldum beklentilerimi karşılayacak içerikte. Sofrayı donattırdım. (Çorba, salata ve yemek :) ) Açlığı en derinliklerime kadar bastırıp aynı anda internetten gazete/facebook okuyup huşunun içine daldım. Turun beşinci ve üzerine en fazla nasihat edilen ülkesindeydim. Şu ana kadar güzel bir şehir görüp güzel de bir yemek yemiştim. Kaldığım yer de mütevazı ama temiz bir yerdi. Biraz gezinip etrafı izledikten sonra otele döndüm. Uzun etabın yorgunluğunu atmak üzere dinlenmeye çekildim.

 

Mesafe                                : 179,52 km.

Yolda Geçen Zaman        : 09,52 saat

Ortalama Hız                     : 18,2 km/s

Max. Hız                              : 37,6  km/s

Yükseklik kazancı             : 430 m.

Yükseklik kaybı                 : 623 m.

Min Yükseklik                    : 31 m.

Maks Yükseklik                 : 268 m.

Ort. Sıcaklık                        : 28,2 C

14. Gün : Rusçuk - Şumnu

 

Bugün Bulgaristan topraklarındaki ilk etabımı geçecektim. Doğal olarak heyecanlıydım. Bir heyecanım da evime yaklaşmış olmamdandı. Otelden ayrılıp kendimi hemen sokağa attım. Merkezden dışarıya doğru yönelen caddelerden birinde bir fırın gördüm. Poğaçaları yeni çıkmıştı, sıcacıktı. Soğuk çay eşliğinde iki poğaça gövdeyle buluşunca kendime geldim. :) Bugünkü etaba hazırdım. :)

Genel olarak yeşil ve mutedil trafikli bir yoldan ilerliyordum ama birkaç gündür geçtiğim iniş ve düz karakterli yolların aksine artık tırmanışlar içeren bir yoldaydım. 3. Ve 4. Kategori tırmanışlar vardı önümde. Ama yokuşları da özlediğimden hiç şikayet etmedim. Hava oldukça sıcaktı ve güneş tüm gün tepemde olacaktı. İlk durağım, susuz kaldığım için belki su bulurum umuduyla girdiğim, küçük bir göl kıyısına konuşlanmış salaş bir yerdi. Göl kıyısı, genelde, balıkçı ve piknikçilere hizmet eder bir görünümdeydi. Kıyıya yakın bir yerde duran irice bir adama elimle su içme işareti yapıp mataramı gösterdim. Kuzeyden kalma bir alışkanlıkla “water” yanına “aqua”yı ekliyorum hep. Hani birinden kaçarsa ötekinden yakalarız hesabı. Buradaki adam İngilizce’ye cevap verince işler kolay oldu. Yanındaki büyük iki şişe sudan birini açıp mataramı oldurdu. Diğerini de işaret edip “bu benim için” dedi. :) kendisine teşekkür edip gölün kıyısında bir iki kare fotoğraf çektikten sonra yolda devam ettim.

“Torlak” genelde karikatürlerde veya esprilerde geçen bir kelime olsa da burada bu isimde bir kasaba vardı. Razgrad da bu etabın orta noktasındaki büyük şehir. Ama şehrin merkezine girmeden devam ettim Şumnu’ya. Yokuşlar pek sorun çıkarmasa da sıcakta insanı ekstra bunaltıyordu. Şumnu’ya yaklaştığımda uzaktan muhteşem Şumnu anıtını gördüm. Tepeye dikilmiş, koca bir beton bloğun işlenmesiyle oluşturulmuş bir anıttı. Rota planı yaparken buraya çıkmayı hayal etmiştim ama 110 km. üzerine o yokuşu çıkmayı gözüm almayınca merkeze yönelip kalacak yer arayışına girdim. Bir iki yerde aradığım yerleri bulamayınca geriye dönüp şirin, küçük bir otelde konaklamaya karar verdim. Bu arada bisikletim için alttaki marketin deposunu gösterdiler. Gayet uygun bir yerdi. Duş alıp yemek ve gezmek için dışarı çıktım. Pazar günü ortalık oldukça ıssızdı.  Ama bu durum ana caddeden yukarılara doğru çıkıp yaya bölgesine girmemle değişti. İşte asıl merkez burasıydı. Yemek yemek için uygun bir yer arıyordum ama genelde inşaların oturduğu yer kafe formatındaydı. Aşağıdaki ana yoldan ileri gidip buradaki yaya yolundan geriye doğru gidiyordum. Birden bi ara sokakta Türkçe “lahmacun” yazısını gördüm. İşte aradığım şey diyerek direkt girdim. Küçücük dükkanın içindeki adama direkt “merhaba” dedim. Adam da hiç şaşırmadan “merhaba” ile karşıladı beni. Sonra ne yiyebileceğimi sordum. Aslında fırınları kapanmış ve dükkanı da kapatıyormuş adam. Türk’tü. Nereli olduğunu hatırlayamıyorum ama çok temiz bir Türkçe ile konuşuyordu. Çorba yoktu ama yemek olarak kurufasulye de vardı. Ondan istedim. Dışarıdaki masalarda oturanlar Türkiye’den düğün için gelenlerdi. Onlar da lahmacun yemek istedikleri için mekan sahibi bana da sordu kaç tane yersin diye. Sonuçta fırın tekrar yakılacaktı. Sonuçta biraz bekledik ama bir memleket tadını da aldık. Direkt gözlerimi parlatan şeyse adamn şişe suyu olarak Abant su servis etmesiydi. Memleketten arkadaşım gelmiş gibi oldum. 2 tane içip 3 tane de yanıma aldım. Yolda en azından bir süre lezzetli bir su içerim diye… Geceyi uzatmadan otele döndüm.

Mesafe                                : 112,08 km.

Yolda Geçen Zaman        : 07:20 saat

Ortalama Hız                     : 15,3 km/s

Max. Hız                              : 55,6  km/s

Yükseklik kazancı             : 1136 m.

Yükseklik kaybı                 : 978 m.

Min Yükseklik                    : -117 m.

Maks Yükseklik                 : 290 m.

Ort. Sıcaklık                        : 29,6 C

 

15. Gün : Şumnu - Burgaz

 

Yine çok sıcak bir güne uyandım. Önce kısa bir iniş yapıp ardından Burgas’a kadar ciddi çıkışları olan yolda pedallara asıldım. MapMyRide’a göre kategorisi 3 olan 2 yokuş vardı önümde. Orman içinde, küçük kasabalardan geçen güzel ama trafiğine göre dar bir yoldaydım. Hatta bir noktada, ilerlediğim şeritte trafiğin durduğunu görüp araçların yanından ilerlemeye başladım. Yol çok virajlı olduğu için de geliş istikametine çok dikkat etmem gerekiyordu. Duran araç kuyruğu küçük bir köyün merkezine kadar uzanıyordu. Fark ettim ki yolu polis kesmişti ve bu dar yola nasıl sığacağını gerçekten merak ettiğim uzun ve geniş araç sınıfından bir aracı bekletiyorlardı. “Ohoo  daha çok beklerler.” dedim kendi kendime. Köyün içindeki BİM benzeri bir marketten su ve yiyecek takviyesi yaptım. Yanıma aldığım nevaleleri ve muzu biraz ileride ki benzinlikte gövdeye indirme için kısa bir mola verdim. Yol açılırsa çok araç yığılır diye düşünüyordum arkamda. Bu sebeple de çok oyalanmadan yola devam ediyordum. Rotamın da ana yoldan ayrıldığı noktada bir restoran gördüm yeşillikler içinde. “Ya daha yeni yemiştim bir şeyler…” diye hayıflandım ama beni her durumda yolumdan alıkoyacak o muhteşem yiyeceğe bir şans vermek için oraya yöneldim. Çorbaya… :) Tito’tu çitlere bağlayıp bahçedeki üstü kapalı masalardan en köşedekine oturdum. Ve mutlu son. :) Çorba… Ama çorbayı yalnız bırakmak olmazdı. Yanına köfte, salata, yoğurt ekleyip sanki kısa süre önce hiçbir şey yememiş gibi abadım yemeğe. Olayı tamamlayınca da tali yola yöneldim. Pek iştah açıcı görüntüsü yoktu. Ana yol inerken bu yol ayrılıp ciddi bir yokuşla yükseliyordu. “Başa gelen çekilir.” diyerek tokluğun verdiği mutlulukla yoluma devam ettim. Yolda gördüğüm iri iri böğürtlenler bana küçük molalara mal olsa da çok lezzetliydi. Bu mutluluğumu tek bozan, ama iyiden iyiye bozan şeyler küçük karasineklerdi. İyice de terlediğim için, kimbilir, onlara ne kadar çekici geliyordum. :)  Yavaşlayınca, tam da göz hizama gelip beni rahatsız ediyorlardı. Hızlanınca da ortadan kayboluyorlardı. Yavaşlamak tam kabustu.  Sol elim, bir silecek gibi sürekli sallayarak bu küçük belalardan kurtulmaya çalışıyordum. Karşıdan gelen “Ulan bu adam el kol yapıp e dek istiyor.” Diye kıllanabilirdi. İyimser yaklaşımla selam verdiğimi düşünebilirlerdi. Kötü senaryoda da dümdüz sövdüğümü. “Ulan inşallah yanlış anlaşılmayız.” :) deyip devam ediyordum yola.

Burgaz’a doğru gördüğüm levhalardan birinde “İstanbul”u görünce ciddi ciddi dönüş yolunda olduğumun farkına vardım. Özlemim de iyiden iyiye artmıştı. Bir an önce dönmek düşüncesindeydim. Burgaz’ın merkezine uzanan yolda trafik arttı. Ben de Garmin’den konumumu kontrol ede ede devam ettim yola. CityMaps2Go’da işaretlediğim konaklama hepsinde tek tek uğrayıp yine tek tek geri çevrildim. Nasıl olur derken hafta sonu ve Karadeniz kıyısında olduğumun farkına vardım. Millet buraya tatile geliyordu. Bunu fark edince yer bulamama endişem arttı. Oradan oraya gidip yer var mı diye sorarken, en son sorduğum otelin wifi’ına erişmek için garsondan şifreyi istedim. Sağ olsun verdi. Hemen Booking’den bütçemin üst sınırında bir yer aradım. Buldum da. Yerini görüp oraya sürdüm. Şehrin tam merkezinde bir yerdi ama bulamıyordum bir türlü. “Burada bu otel nerede olabilir ki ?”derken başımı yukarı kaldırdığımda bilmem kaç katlı binanın tepesinde aradığım otelin adı yazıyordu. “Haydaaaa. Bu da nereden çıktı ?” dedim kendi kendime. “Burası 4 yıldızılı otel.” Booking’în yalancısı olarak içeri girdim. Hızlı hızlı konuşup “Booking’de gördüm. Bu fiyata odanız varmış. Ben o odayı istiyorum.” dedim.  Konuştuğum adam yüzüme anlamsız anlamsız bakınca yanlış kişiyle konuştuğu anladım. :)  Resepsiyondaki başka biriyle aynı hız ve tonda aynı şeyleri söyledim. Kadın beni anlayıp “Tamam” dedi. Bisikletim için de yer sorduğumda bana girişin hemen yanında, tamamen camdan ve kilitli bir odayı gösterdi. Tito’yu odaya koydum. Dışarıdan içerisi bütünüyle görünebiliyordu. Girip çıkarken kontrol etmem kolay olacaktı. Duş alıp yemek yemek için dışarı çıktım. Ortam, Antalya, Side, Kemer ayarında, bizim yazlık beldeleri andırıyordu. Kalabalığı görünce yer bulduğuma şükrettim. Yemek konusunda karasızlık geçirdim. Bir yer bulup atıştırdım. Sonra da deniz kıyısındaki parka kadar yürüdüm. Eski dostum Karadeniz’le buluştum.

Mesafe                                : 126,45 km.

Yolda Geçen Zaman        : 07:35 saat

Ortalama Hız                     : 16,70 km/s

Max. Hız                              : 50,40  km/s

Yükseklik kazancı             : 1164 m.

Yükseklik kaybı                 : 1326 m.

Min Yükseklik                    : 69 m.

Maks Yükseklik                 : 422 m.

Ort. Sıcaklık                        : 29,9 C

16. Gün : Burgas - Kırklareli

 

 Sabah, “tesadüfen 4*’lı” otelin geniş kahvaltısı ile güne başladım. Odaya gelip hazırlandım ve çantalarımı aşağı indirip Tito’yu çıkarmak için görevlilere haber verdim. Titocuğum cam odanın içinde kendi halinde bekliyordu. Ben de kapının dışında… Önce anahtar aradılar. Bir görevli geldi. Bir anahtar denedi. Olmadı. Gitti, başka bir anahtar getirdi. Onu denedi. Olmadı. Gitti. Bir süre gelmedi. Sonra elinde bir tomar anahtarla geldi. Uyacağını düşündüğü anahtarları tek tek denedi. Yine olmadı. “Ulan dün siz kapadınız. Bilmiyor musunuz nerde olduğunu bu Allah’ın belası anahtarın.?” Aradan neredeyse yarım saat geçti. Sonra bir yerlerden bir anahtar bulundu da kapı sonunda açıldı. Çantaları yükledim. Artık son etaba hazırdım.

Sahil yoluna çıkıp pedallara asılmaya başladım. Solumda eski dost Karadeniz eşlik ediyordu bana. Yolun sağında da denizin epeyce içlere girdiği yerler vardı. Üzerindeki köprülerden geçip sahil yolundan ayrılan ana kavşaktan içeri girdim. Yol, ayrımdan itibaren sürekli yükselen bir karakterdeydi. Hava güneşli ve zemin düzgün asfaltla bu tırmanışlara keyif katıyordu. Karşı yönden gelen yol bisikletli elemanlarla selamlaştık. Tatlı eğimler zaman zaman ciddi eğimlerle acılaşsa da beni en fazla yıpratan dünden de tanıdık olan sinekler oldu. Tırmandığım için yavaşladığım her yerde yüzüme, gözüme, ağzıma, elime konmaya çalışıyorlardı. Sol kolum da bu sebeple yine silecek moduna geçmişti. Bu şekilde ilerlemeye çalışmak da eforu iki katına çıkarıyordu. Yolda bulduğum bir manavdan biraz meyve aldım atıştırmak için... Yol boyu doğru dürüst yemek yiyecek bir yer yoktu. Istrancalar’a tırmanıyordum. Hatta yolda “Strandja” levhasını gördüm yaprak şeklinde. Zaman zaman yaptığım gibi, çakma GoPro’mu çıkarıp yolu çekmeye başlamıştım o yokuşta. Orman için yolu keyifli keyifli çekerken o sesi duydum. Çok yakınımda bir köpek beni görünce alarma geçmişti. Böyle durumlarda kısa bir süre havlayıp peşimi bırakan köpeklerin aksine bu oldukça inatçıydı. Kısa sürede pedalıma kadar geldi. Hoşt moşt diye bağırsam da bir süre nefesini pedallarımda hissettim. Çok büyük bir hayvan değildi ama ısrarlıydı. Bir süre sonra da, o yokuşta yeterince adrenalin yarattığını düşünüp geriye döndü.

Aç aç sınıra doğru gelirken, sınıra en yakın yerleşim yeri olan Malko Tırnovo’da yemek yiyebileceğimi düşünüyordum. Ama vardığımda ana yoldan biraz içerde olduğunu gördüm. Yol ayrımındaki benzinlikten bir şeyler alıp devam etme kararı aldım. Artık önümde sınıra doğru 7-8 kilometrelik ciddi bir tırmanış vardı. Eve dönüş, tırmanışı tamamlamam için en büyük motivasyondu. Tabi bir de “Bundan sonra hep iniş…” (Tabi asla beklediğiniz gibi olmaz. :) ) Son 3 km, son 2 km. derken sınırın Bulgaristan tarafındaki binalar göründü. Yokuş, sınırın son noktasına kadar devam ediyordu. Tıpkı Gürcistan tarafından Türkgözü Sınır kapısına yaklaşır gibiydi. Arabaların yanında geçip kapıda işlerimi hallettikten sonra Türkiye levhasını görünce gözlerim parladı. Önümde daha çok yol vardı ama “Eve geldim.” dedim kendi kendime… Türkiye sınırındaki işleri hallettim ama tam girişteki son kontrol yine aramaya kalkınca canım sıkıldı. Bin an önce pedallara asılma istiyordum çünkü. Zaten bulacağı da bir şey yoktu. Çıkardığım eşyaları çantalara tıkıştırıp inişe geçtim. Hem Bulgaristan’a hem de sineklere elveda deyip kendimi negatif eğime bıraktım. Her şeye sanki ilk defa görüyormuş gibi bakıyordum. Uzaktan bana bakanlara da selam veriyorum. Yöre halkı arabalara doluşmuş, kendini kırlara, su kenarlarına atmış, ufak ufak demleniyordu. İniş her zamanki gibi “Hep iniş” değildi. Kırklareli’ne yaklaşırken “Ulan bu da nereden çıktı!” dedirtecek yokuşlar içeriyordu. Açlıktan midem sırtıma yapışır vaziyette Kırklareli merkezine girdim. Otogarı aradım. Buldum. Hiç tereddüt etmeden ilk otobüsü sordum. Bir an evvel İstanbul’a ulaşmak istiyordum. Sorduğum otobüslerin çoğunun gece seferleri varken Metro’nun 20:00’de kalktığını öğrendim. Hemen de bilet aldım. Bisikletim olduğunu söyledim. Klasik olarak şoförü adres gösterdiler. Zaten bu ülkede bu tür konularda ne tür kurallar, prensipler koyarsan koy, neyin reklamını yaparsan yap iş dönüp dolaşıp o işin başındaki adama (şoföre, muavine, görevliye) kalıyor. Onları ikna edersen işin rast gidiyor. Bir süre otobüsün gelmesini bekledim. Gelince de muavine o sihirli cümleyi söyledim. “Ben hallederim.”:) Bisikleti yerleştirip yakında yemek yiyebileceğim bir yer aradım. Otogarın içindeki lokantaların bazıları kapalıydı ama bir yer buldum. Sadece 10 dakika sürede ışık hızında bir çorba içip yanıma abur cubur bir şeyler alıp otobüse bindim. Yerim en arka sırada en köşedeydi. Direkt tıkınmaya başladım. Çevremdekiler meraklı gözlerle bakıyorlardı bu adam daha yola çıkmadan niye tıkınıyor diye… Ardından otobüsün ikramlarını da mideye indirip kendime geldim. Otobüse binerken son durağın Esenler otogarı olacağını ama şoförün daha sonra Anadolu yakasına da geçeceğini, istersem ek bir ücretle (15 TL) beni karşıya bırakabileceklerini söylediler. Bu teklife hemen atladım tabi. Başka türlü o saatte karşıya geçmem imkansızdı.

Mesafe                                : 121,55 km.

Yolda Geçen Zaman        : 07:27 saat

Ortalama Hız                     : 15,90 km/s

Max. Hız                              : 65,00  km/s

Yükseklik kazancı             : 1656 m.

Yükseklik kaybı                 : 1448 m.

Min Yükseklik                    : -63 m.

Maks Yükseklik                 : 579 m.

Ort. Sıcaklık                        : 31,4 C

17. Gün : Samandıra - Bostancı

 Esenler’e varışımız gece yarısını buldu. Tekrar yola çıkması da 01:00’i. Normalde 3. köprüden geçmesi gereken otobüs, bir kaptanın diğerini 2’den geçerse ceza gelmediğine ikna etmesiyle 2. köprüye yöneldi. İstikamet Samandıra’ydı. Gece 02:30 civarı garajda inip bisikleti tekrar yola hazır hale getirdim. Hangi yoldan gitsem diye düşünürken Garmin’e rota çizdirmek aklıma geldi. O da elinden gelen en kısa Samandıra-Bostancı rotasıyla karşılık verdi bana. Gecenin 03:00’ünde far ışığı ve sokak lambalarının aydınlığında, Kayışdağı’nın arkalarından, kurbanlık alanlarının arasından köpek havlamaları ile birlikte ilk defa gördüğüm (hatta gecenin o karanlığında da tam göremediğim)  yollardan  geçiyordum. Özellikle bayramı hazırlığı için yapılan kurbanlık satış alanlarından geçerken, uzaklardan gelen avlamaların yaklaştığını hissettiğim anlarda oldukça tedirgin oldum bir yerlerden direkt önüme fırlayacaklar diye.  Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Kayışdağı yollarından İçerenköy’e doğru ana caddelere çıktığımda daha önümde yol olsa da epeyce rahatlamıştım muhitimize geldik diyerek. :) Kısa süre sonra da eve vardım. Gecenin hatta sabahın o vaktinde duş alıp yatağa uzanıp tüm turun yorgunluğuyla uykuya daldım. Hem sağ salim eve varmanın sevinci hem başarmanın ve bir hayalimi daha gerçekleştirebilmenin mutluluğuyla…

Bu maceranın (da) sonu…

Mesafe                                : 13,48 km.

Yolda Geçen Zaman        : 00:47 saat

Ortalama Hız                     : 17,20 km/s

Max. Hız                              : 35,80  km/s

Yükseklik kazancı             : 97 m.

Yükseklik kaybı                 : 216 m.

Min Yükseklik                    : 97 m.

Maks Yükseklik                 : 262 m.

Ort. Sıcaklık                        : 20,6 C