Kemaliye Taş Yol,  Van Gölü Çevresi, Nemrut Kalderası, Zirkale, Derebaşı Virajları

 Merhaba,

 Eminim pandemi hepimizin tur hayallerini olumsuz yönde etkilemiştir. Düşündüğümüz, hayalini kurduğumuz turları gerçekleştirme konusunda sıkıntılar çekmiş, ertelemiş ya da farklı bir formata sokmuşuzdur. Hiçbir şey olmasa bile hijyen ve temas konularına daha fazla özen göstermeye başlamışızdır. Pandemi döneminde, bu anlamda,  ben de hayal kırıklıkları yaşadım ve farklı formatta turlar yaparak bisiklet turu hayallerimi gerçekleştirmeye çalıştım. En önemli değişiklik, toplu taşıma (otobüs) kullanmamak için turların rota ve süresini değiştirmek oldu. Ulaşımı özel aracımı kullanarak yapıyor olduğumdan, daha fazlaca, başladığım yere dönebileceğim turlar planlamaya çalıştım.  Tabi zaman içerisinde merakımı çok arttıran, giden tüm turcuların öve öve bitiremediği, adeta benim için efsaneleşen yerlere ulaşmanın da hayalini kuruyordum. 2019’daki Maçahel turumu bu motivasyonla planlamıştım. Daha sonra, Yedigöller, Küre dağları vs. Bu sene için de aklımda Van Gölü çevresinde tur yapmak vardı. İstanbul’dan Van’a kadar aracımla ulaşım sağlamayı planladım. Mesafe uzun olduğu için, ve çok merak ettiğim için, yolu bölmek amacıyla, Kemaliye’de konaklayıp Taş Yol’da pedal çevirmeyi hayal ettim. Van Gölü çevresini dolaştıktan sonra, araba ile Doğu Karadeniz’e geçip orada da hedeflediğim noktalara doğru pedal çevirmeyi hayal ediyordum. En önemli hedefim de Derebaşı virajlarına pedallamaktı. Kişisel olarak da daha önce araba ile gezdiğimiz Zirkale’ye (Zilkale değil Zirkale :) “Aşağı Kale” manasında. Çünkü bir de yukarı kale var: “Kale-i Bâlâ”) pedal çevirmeyi hayal etmiştim. Bu turun bir özelliği de arabayı “base camp” olarak kullanmaktı. Turun o kısmında kullanmayacağım eşyalarımı arabada tutarak mümkün olan en az eşya ile pedal çevirmeyi planlamıştım. Tito’nun bakımını ve Rohloff’un yağ değişimini yaparak yola hazır hale geldim. Ayrıca yıllanmış Schwalbe Marathon Mondialleri de yeniledim. Tek fark 700cx37 olan ebat    700cx40 oldu. Tito’yu ve tüm çantaları sabah arabaya yükleyerek yola çıkıp Ankara, Kırıkkale, Yozgat, Sivas üzerinden Refahiye (her ne kadar Google ara yollara soksa da) ve İliç üzerinden de Kemaliye’ye ulaştım. 

 Kemaliye Taş Yol (1 Ağustos  2021)

Planım sabah erken saatlerde Taş Yol’a gitmek ve kanyon boyunca pedal çevirip geri dönerek Tito’yu tekrar arabaya yerleştirip Van’a doğru yola devam etmekti. Erkenden pedal çevirmeye başlamanın faydasını dönüş saatimde güneşin yükselmeye başladığı vakitlerdeki sıcaklığın yükselmeye başlamasında gördüm. Bir gece önce, arabayla geldiğim yola döndüm ve kanyon girişine kadar az eğimle inişe geçtim. Sabahın erken saatindeki sakinlik muhteşemdi. Yine de bir iki arabanın kanyona girdiğini gördüm. Sürekli fotoğraf ve video çekmeye çalıştığım için sık sık durdum. Kemaliye’yi Divriği’ye bağlayan Taş Yol’nun inşası 1870 yılında başlamış. Yöre halkı tarafından ilkel aletlerle açılmaya çalışılan yol, devletin de verdiği destekle ancak 2002 yılında tamamlanabilmiş. Üzerinde irili ufaklı 38 tane tünel barındıran, 132 yılda açılabilmiş bir yol kendileri.

Asfalt başlayan yolun kısa süre sonra orijinal hale döndüğünü ilk tünele giren araçların 5 dakika sonra geri dönmesinden anladım. :) Yol, gerçekten, taşlı topraklı bir şekilde ve tünellerin içine girerek devam ediyordu. İlerleyen noktalarda, tünellerin taş pencerelerinden Fırat’ı ve Karanlık Kanyon’nu seyrediyordum. Sabahın ilk ışıklarında harika renkler sunuyordu kanyon. Tünellerin uzunluğuna göre ışık yetmeyen yerlerde farı sürekli kullanmak gerekiyordu. Geri dönen arabalardan sonra kanyonda benden başka kimse yoktu. Tünelsiz bir kesimde yol iki yüksek kayanın arasından geçiyordu ve muhteşem bir görüntü veriyordu. Tam burada fotoğraf çekmek şart olmuştu. Tünellerin içinde gözümü yoldan ayırmıyordum ama tünellerin dışında kafam sürekli yukarılara dönüktü. Huşû içinde pedal çeviriyordum. Yolun sonunda, kanyonun duvarlarını artık alçaldığı bir noktadan geri döndüm. Aynı yolu, farklı bir açıdan görerek geriye pedal çeviriyordum. Taş Yol’un bitiminde Kemaliye’ye doğru tırmanışa geçerken günün sıcak geçeceğini anladım. Tozlanmış Tito’yu arabaya yerleştirdim. Otele gidip duş aldım ve kahvaltı yaptım. Artık yola çıkmaya hazırdım.

Fırat’ın kenarından kıvrıla kıvrıla ilerleyen yolun Başpınar ayrımında demir bir köprünün yanından geçerken durdum. Ayşe Kulin’in Köprü adlı romanı ve aynı isimli diziye konu olmuş, yapımına dönemin valisi merhum Recep Yazıcıoğlu’nun katkı verdiği bir köprüydü bu demir köprü. Dönemin rahmetli “Süper Vali”sini  hatırlayarak fotoğraf çektim ve yola devam ettim. Elazığ ve Bingöl üzerinden Muş’a doğru giderken, yolda “Yüzen Adalar Tabiat Anıtı“ levhasından içeri girerek, adını daha önce çok duyduğum ve merak ettiğim Yüzen Adalar’a kısa bir ziyaret gerçekleştirdim. Etrafı çevrilmişti ve yukarıdan izlenebilecek bir teras yapılmıştı. Çevresi de piknik alanı olarak düzenlenmişti.  Yolum uzun olduğundan fazla vakit kaybetmeden aracıma döndüm.

Tatvan’a geldiğimde ilk kez Van gölü ile buluştum.  Bu coğrafyaya ilk kez geliyordum ve müthiş bir merak ve heyecan içindeydim. Van Gölü’nün güneyinden ilerleyen, bir gün sonra aksi istikamette pedal çevireceğim yoldan, akşam saatlerinde Van’a geldim. Yol boyu yerleşim yerlerinin girişlerinde jandarma kontrolleri yapılıyordu. Van’ın girişinde de kontrol için bir sıra oluşmuştu. Kontrolü geçtikten sonra konaklayabileceğim yerleri aştırıp bir iki alternatif sonrasında kalacağım yere karar verdim. Gece saatlerinde Van’ın merkezi cıvıl cıvıldı. Bir şeyler atıştırıp otele döndüm. İçimde, ilk defa geldiğim bu yerde yapacağım turun heyecanı vardı.

 

Mesafe : 20,53 km

Süre : 1:57 Saat

Ortalama Hız : 10,5 km/sa

Maksimum Hız :  32,4 km/sa

Yükseklik Kazancı :  293 m

 

https://www.strava.com/activities/5724487221

Van Gölü Turu (2-5 Ağustos 2021)

1.       Gün :  Van-Kuskunkıran Geçidi-Tatvan

 

Sabah kahvaltı sonrası aracımı otelin otoparkına bırakıp yola çıktım. 4 gün sonra aynı yere tekrar dönecektim. Işıl ışıl bir havada merkezden göl kıyısına hafif bir inişle ulaştım. Edremit sahilinden Van’ın çıkışına kadar zaman zaman fotoğraf çekimi için durarak pedal çevirdim. Deniz seviyesinden ortalama yüksekliği 1646 m. olan ve yöre halkının deniz dediği, devasa göl maviliğiyle gerçekten de bir deniz etkisi yaratıyordu. Bu kadar yüksekte, bu denli büyük bir su kütlesi beni oldukça şaşırtmıştı. Hayran hayran bakınırken, son dönemde sıklıkla gündem olan Afgan düzensiz göçmen grubunu gördüm. Yolun solunda tek sıra halinde yürüyen 8-10 kişilik bir gruptu. Hepsi sırt çantalı ve hepsi erkek. O kadar yakalama haberine rağmen yol kenarında ve daha sonra Tatvan’da gruplar halinde göreceğim Afganlar’ın rahat rahat yolda yürümesi garibime gitmişti. Batıda yakalanıyor haberlerine rağmen doğuda yol kenarında ya da benzinliklerde gruplar halinde göz önünde olmaları ilginçti.

Gevaş’a yaklaşırken Tatvan-Hakkari yol ayrımında sağa döndüm. Gevaş sahilinde de Akdamar adası kadrajıma girmişti. Önce doğudan sonra tam karşıdan fotoğrafladım. Adaya yapılacak geziyi buralara ailemle yapacağım geziye bırakarak uzaktan üzerindeki kilisenin fotoğrafını çekmeye çalıştım. Yol boyu adaya kalkan teknelerin iskeleleri ve tanıtım levhaları yer alıyordu. Kuskunkıran’a doğru çıkarken küçük bir yemek molası verdim. Tünele ulaşan yoldan ayrılıp geçide doğru tırmanmaya az kalmıştı ki yolun kenarında bana doğru yürüyen iki küçük çocuk gördüm. Hemen arkalarında da anneleri olduğunu düşündüğüm iki kadın vardı. Hemen aklıma, çantama attığım çikolatalar geldi. Hani Ülker’in kırmız paketli sütlü çikolatalarından… Sadece bir tanesinin yemiştim. Çocukların yanından geçerken onlara seslendim. “Çocuklar merhaba. Bu bende kalırsa eriyecek güneşten. En iyisi size vereyim.” Çikolata paketinin çocuklardan birine uzatırken annesi erken davranıp aldı. Paketi açtı. Çocuklara birer ikişer çikolatalardan verdi. Kendileri de birer tane yediler.  Ama sonunda hiç beklemediğim bir şey oldu. Çikolatalar bitti ve kadın paketi direkt yere attı. Gözümün önünde... Ben de hemen kendisini uyardım. “Lütfen o paketi çöpe atın. Yere atmayın.” dedim. Kadın, ızdırabımı anlamış olacak ki ikiletmeden aldı paketi. Belki birkaç yüz metre sonra yeniden yere atmıştır ama en azından benim yanımda yerden almış oldu. Bazen bir çöpü ya da plastik şişeyi atacak yer bulamadığı için kilometrelerce taşıyan ben, böyle bir şeye şahit olunca dayanamayıp söylemiş bulundum.

Kuskunkıran Geçidi’nden geçmeyi, arabayla gelirken, yolu gördüğümde hesaplamaya başlamıştım. Geçidin altındaki tünel 2 km civarı bir uzunluktaydı ve tek tüp vardı. Doğası gereği yoğun olan yol bölünmemiş bir durumdayken bir de tünelin sonuna kadar süren tırmanışla daha da riskli bir hale geliyordu. Şu ana kadarki turlarda her türlü tünelden tereddütsüz geçmeme rağmen tünele girmek yerine geçide yönelmeyi tercih ettim. Tünelin yanından ayrılan yolda yavaş yavaş tırmanmaya başladım. Yol kenarındaki Yoldöndü köyünden geçerken bir evin önünde oynayan küçük bir çocuk beni gördü. Uzaktan bağırdı bana : “Senin adın ne ?” “Benim adım Murat. Senin adın ne ?” dedim. “Benim adım Ali.” dedi. Sonra da içerideki annesine “Anne adı Murat’mış.” diye bağırdı. Gülümseyerek yola devam ettim. Köyün çıkışındaki jandarma karakolunda nöbet tutan askerlere iyi nöbetler diledim. Onlar da beni, sağ olsunlar, yemeğe davet ettiler ama yeni karnımı duyurduğum için teşekkür ettim. Kısa bir tırmanışın ardından da 2.234 m.’lik Kuskunkıran Geçidi’nin zirvesine vardım. Neredeyse hiç araç geçmeyen yolda uzak ufuklardaki dağların fotoğrafını çektim. Keyifle inişe başladım. Tünelden çıkan yola bağlandığımda iniş de devam diyordu. Reşadiye Dinlenme tesisinin salaş lokantasında hak edilmiş (!) çorbamı içtikten sonra yola devam ettim. Güneş akşam için bir kenara devrildiğinde daha 40 km. yolum vardı önümde. Van Gölü’yle tekrar buluşmamda akşam saatlerinin güzel manzaraları bana eşlik ediyordu. Hizan-Bahçesaray ayrımını geçerken aklıma turu planlarken yaptığım rota geldi. Karabet üzerinden Bahçesaray’a ve Hizan üzerinden Tatvan’a ulaşmayı hayal etmiştim. Sonra planlar çok değişti. “Kısmet olursa başka zamana…” deyip geçtim ayrımdan. Tatvan’a girdiğimde çoktan hava kararmıştı. Mostar Otel’de yer buldum. Saat geç olduğu için fazla bir yemek alternatifim yoktu. Otele servis pizza bulunca açlıktan hangi boy söylemem gerektiğini bile unuttum. En büyüm boy istemişim. Yarısını ancak yiyebildim. Yanında gelen litrelik kolanın da yarısını… Biraz da patates… Sonra küp gibi oldum. Sıcaktan uyumak zor olsa da fazla dayanamadım…

 

Mesafe : 139,59 km

Süre : 8:42 saat

Ortalama Hız : 16,0 km/sa

Maksimum Hız :  52,8 km/sa

Yükseklik Kazancı :  1.144 m

 

https://www.strava.com/activities/5728205088

2.   Gün : Tatvan-Nemrut Krateri-Adilcevaz

 

Sabah eşyalarımı hazırlayıp kahvaltı yaptım. Bugünkü rotam, turun benim için önemli noktalarından birine çıkışı içeriyordu. Nemrut Dağı Kalderası’nı ziyaret edecektim. Sıklıkla, Adıyaman’daki, üzerinde tanrı heykellerinin olduğu ve genelde gün doğumunun seyredildiği Nemrut Dağı ile karıştırılan Tatvan’daki Nemrut Dağı muhteşem bir (hatta birden fazla) krater gölünü de içeriyor. Wikipedia’ya göre en son 1441 yılında lav çıkışı olmuş. En yüksek tepesi olan Sivritepe 2935 m. yükseklikte.

Tatvan’ın hemen çıkışından Nemrut’a doğru yöneldim. Temiz bir asfalt yolda çıkışa başladım. Bana “Hoş geldin.” diyen tabela Nemrut’a kadar 20 km.’lik bir yolum olduğunu gösteriyordu. Ben bunu 20 km.lik bir çıkış olarak algıladım. Yanıma aldığım ekstra sularla kendimi su açısından güvende hissediyordum.  Pedallara asılmaya başladım. Van Gölü altta muhteşem bir manzara sunmaya başlamıştı. Biraz yükseklik kazandığımda durup yanımda getirdiğim, dünden kalan pizza ve patatesin kalanlarını yöredeki hayvanlarla paylaşmak üzere yandaki tarlaya bıraktım. Daha doğrusu parçaları olabildiğince uzaklara fırlatmaya çalıştım. Daha önceki turlarda da kalan yemekleri bu şekilde paylaşmıştım. Kafamı her kaldırışımda önümde daha çok uzun yolum var diye düşünüyordum. “Neyse ki asfalt gayet iyi” derken, teleferik binasını geçince, yol bir anda asfalttan kesme taş zemine döndü. Bu şekilde tırmanmak çok daha zordu. Bir yandan da yanımdan geçen araçlara dikkat ederek yolun sağında kalmaya çalışıyordum. Görünen o ki Nemrut Dağı’nın epeyce ziyaretçisi vardı. Bu kadar ziyaretçiyi görünce merakım daha da arttı. Sonunda tepeye kadar tırmandım. Ama yol henüz bitmemişti. Kraterin kenarına kadar gelmiştim ve önümde göl seviyesine kadar 7 km.’lik de bir iniş vardı. Muhteşem bir göl manzarası, kraterin duvarlarıyla birlikte iştahımı daha da arttırıyordu ama kesme taş yolun inişi tıpkı çıkışı kadar külfetliydi. Asla hızlanamadığım gibi yolun bir kısmında bozuk zemin yüzünden bisikletten inmek zorunda bile kaldım. İniş sırasında büyük göle ulaşmadan önce, krater içinde bulunan irili ufaklı diğer gölleri de gördüm. Sonunda otopark alanına ulaştım. Araç sayısından ziyaretçilerin ve ağırlıkla piknikçilerin sayısının fazla olduğu da anlaşılıyordu. Bisikletimle biraz daha ilerlediğimde derme çatma bir kulübede küçük bir büfe olduğunu gördüm. Hemen önüne oturdum. Uzaktan gölü izleyip çay içmeye başladım. Bir, iki, üç derken çayın arkası kesilmedi ama yiyecek olmadığı için paketli kurabiyeleri çaya katık ettim. Bu arada da dinleniyordum. Hemen yan tarafta iki bisikletçi arkadaşın olduğunu gördüm. Selamlaştık ve hemen koyu bir sohbete başladık. Onlar da, Tatvan’dan başlayarak Van Gölü’nün çevresini turlayıp bir gün önce Nemrut’a çıkmışlar ve çadır kurmuşlar. Bir sonraki gün de Tatvan’a inip geri döneceklermiş. Buradan Ahlat’a gideceğimi söylediğimde Ahlat’ta yer bulamadıklarını (çadır da kurmamışlar.) ve Adilcevaz’a kadar gittiklerini söylediler. Bu sebeple benim de önceden yer ayarlamamı tavsiye ettiler. (Bu vesileyle Erdal Güler ve (ismini değil ama mail adresini hatırladığım için)  Teksan’a selam ederim. ) Onlardan kısa bir süre izin isteyip büyük göl kenarına yürüdüm. Fotoğraf ve video çektim. Orada bulunmak benim için çok büyük bir gurur ve keyif kaynağıydı. Adını ve özelliği bildiğim ama bugüne kadar ziyaret etme fırsatım olmayan, Türkiye coğrafyasının nadide noktalarından birine, hem de bisikletle ulaşmak muhteşem bir histi. Arkadaşlara veda edip dönüşe geçtim. Zorlukla indiğim yoldan bu sefer zorlukla tırmanıyordum. :) Kraterin kenarına ulaştığımda son karelerimi çekip inişe geçtim.  Krater manzarasının yerini bu sefer Van Gölü’nün muhteşem manzarası aldı. Yol asfalta dönünce hızım arttı. Tekrar Tatvan’a döndüm. Saat 17.00 olmuştu bile. Plana göre bugünü Ahlat’ta bitirecektim. Van Gölü’nün kenarında pedal basmaya başladım. Mola verdiğim sırada da, internetten bulabildiğim, Ahlat’taki otel, öğretmenevi vs. tüm yerleri aradım ama hiç birinden olumlu cevap alamadım. Bu durumda tek alternatif Adilcevaz’a devam etmek olacaktı. Adilcevaz’daki Süphan Doğa Sporları Derneği’nin otelinden yer ayırttım. Bu da bugüne ek 25 km. demekti. Akşamın karanlığında Ahlat’a varırken midemin pek hoş sinyaller vermediğini fark ettim. Yemek de yememiştim. Kurabiyelerle duruyordum. Bu sebepten de oldukça enerjisiz hissediyordum kendimi. Ahlat’ta telefonla ulaşmaya çalıştığım yerlerde düğün olduğunu görünce yer bulamamamın sebebini anladım. Bir yol kenarı lokantasında karnımı doyurmaya çalıştığımda gerçekten iyi olmadığımı fark ettim. Azar azar söylediğim yemeklerin yarısını bile yiyememiştim. Bu sırada her lokmanın arasında gözlerim kapanıyordu. Resmen masada uyukluyordum. Hesabı isterken mahcup biçimde pek bir şey yiyemediğimi söylediğimde garsonun “Abi uyuyordun.” sözü durumumu özetliyordu. Gece karanlığında yola devam etmem gerekiyordu. “Nasıl olsa giderim.” kafasındaydım ama çok da güçlü pedal çeviremediğimin farkındaydım. Bir 10 km. gitmemiştim ki yanımda kapalı kasa bir araç yavaşladı. Fırat’la merhabalaştık. Nereye gittiğimi sordu. Adilcevaz’a gittiğimi söyledim. “İstersen götüreyim abi. Yorulmuşsun” dedi. Demek ki durumun görüntümden de anlaşılıyordu. Hiç ikiletmeden “Olur.” dedim. Tito’yu aracına yükledik. Yanına oturdum. Muhabbete başladık. Adilcevaz’dan sonra Erciş’e gideceğimi söyleyince “Abi Erciş’e gidiyorum. İstersen götüreyim.” dedi. Teşekkür ettim. “Adilcevaz’a ulaştırman yeterli.” dedim. Sağ olsun beni otele kadar bıraktı. Son 15 km. biterdi ama bu durudayken beni de bitirirdi. Fırat sayesinde biraz daha fazla dinlenme fırsatı buldum. Midemin halinin de suçlusunu bulmaya çalıştım. Pizzadan mı, kurabiyeden mi, yorgunluktan ya da rüzgardan mı ? Açık su da içmemiştim. Buna rağmen sebebi bu diyebileceğim bir şey bulamadım. Aç geçirdiğim günü aç bir biçimde noktaladım. 

 

 

Mesafe : 91,20 km

Süre : 8:20 saat

Ortalama Hız : 10,9 km/sa

Maksimum Hız :  69,6 km/sa

Yükseklik Kazancı :  1.442 m

 

 https://www.strava.com/activities/5734168065

  

3.   Gün : Adilcevaz – Erciş

Sabah kalktığımda midem yine pek hoş bir durumda değildi. Ağzıma kadar dolu gibi hissediyordum kendimi ama açtım aslında. Dün geceden kalan yarım (küçük) şişe suyu matarama koyup eşyalarımı aşağıya indirdim. Otelin görevlisine teşekkür edip yavaş yavaş pedallara basmaya başladım. Ama yine enerjisizdim. Kahvaltı yapmak için bir yer bakındım ama yakınlarda göremedim. Ana yola indim. Rotama yakınlardaki Aygır Gölü’nü eklemiştim. Yakınlarda dediğim göl 6 km. mesafe ve 300 m.’lik bir yükseklik farkını içeriyordu. Ama benim halim pek de iyi değildi. Sık sık duruyor, arada bir suyumdan yudumluyordum. Biraz ilerleyince yolun solundaki domates tarlasında kıpkırmızı bir domatesi gözüme kestirdim. Zaten az olan suyumu üzerindeki tozu akıtmak için kullandım ve tarla sahibinin helal etmesini umarak kahvaltı niyetine yedim. Ama açıkçası beni kesmedi. Kahvaltı yapma isteğim daha da arttı ama sanki aynı zamanda bir lokma daha yiyemeyecek bir durumdaydım. Sanki istifra etsem rahatlayacak gibiydim. Tabi böyle bir şey olmadı ama ben geriye dönmeye karar verdim. Gölü göreyim diye daha fazla pedal basmaya çalışırsam günün geri kalanını tehlikeye atabilirim diye düşündüm. Ya da kendimi böyle teselli ettim. Geriye doğru inişim kısa sürdü. Ana yolun kenarında hafif salaş görünen bir yere girdim. Almanya’dan kesin dönüş yapmış bir gurbetçinin mekanıydı burası. Çay eşliğinde hafif bir kahvaltı tabağı ile, midemi daha da fena hale getirmemeye dikkat eder yavaşlıkta kahvaltı yaptım. Su takviyesi de yaptıktan sonra yola devam ettim. Nemrut’ta sohbet ettiğim arkadaşlardan Adilcevaz sonrası su konusunda yaşadıkları sıkıntıyı duyduğum için su takviyesine özel önem veriyordum. Solumda Süphan Dağı’nın ihtişamlı görüntüsü, sağımda bir süre için gözden kaybedeceğim Van Gölü… Düz yolda çok enerji harcamamaya çalışarak ilerliyordum. Etrafımdaki tek gölgenin, Patnos ayrımının yanındaki Karayolları bakım evinin bahçesindeki ağaçların olduğu noktada biraz dinlenmek için duvarının önündeki taşa oturdum. Duvara da yaslandım. Kaçınılmaz bir biçimde gözlerim kapanmaya başladı. Gözlerimi kapaya aça, tavşan uykusunda biraz zaman geçirdim. Artık harekete geçeyim derken, yine suyu takviye etmek amacıyla içeriye girdim. İçerideki tek katlı binanın balkon kısmında, masanın etrafına oturmuş iki genç arkadaşı selamlayıp “Su alabilir miyim ?” diye sordum. Bahçedeki çeşmeyi gösterdikten sonra çaya davet ettiler. Çay eşliğinde onlarla biraz sohbet ettim. Biraz onların işleri, biraz benim turum sohbet konularımız oldu. Arkadaşlardan biri çevre denetimi yapan bir müfettişmiş. Karayolları lokasyonlarını ve hastaneleri çevre mevzuatlarına uyumluluk adına denetliyormuş. Arabasının plakasının 09’la başlaması dikkatimi çekmişti. “Aydınlı mısınız ?” diye sordum. Arabayı oradan almış. Babamın arabasının plakası da 16 kalmıştı satana kadar. Bursa’dan aldığı için. O aklıma geldi. Teşekkür ederek ayrıldım.

Van Gölü’nün lacivert sularını ve plajlarını seyrede seyrede yoluma devam ettim. Erciş’e girerken gördüğüm eczaneden midemi biraz olsun rahatlatmasını umduğum bir ilaç alıp merkeze gittim. Çevresinde pek ağaç olmamasına rağmen, Erciş’in merkezi oldukça yeşildi. Telefonla Fırat’a ulaşıp geldiğimi bildirdim. Kendisi de beni tanıdığı bir otele yönlendirdi. Otele yakın bir lokantayı tavsiye etti. “Erzincan Çorbası”nı içmemi de tembihledi. Otele ulaşıp yerleştim. Yemek konusunda yine biraz ürkektim ama Erzincan çorbası çok hoşuma gitti. Midem biraz rahatlamıştı. Birkaç şey daha yiyip otele döndüm ve ertesi gün için daha iyi bir durumda olma hayaliyle dinlenmeye çekildim.

 

Mesafe : 73,70 km

Süre : 5:16 saat

Ortalama Hız : 14,0 km/sa

Maksimum Hız :  51,2 km/sa

Yükseklik Kazancı :  493 m

 

https://www.strava.com/activities/5760923730

4.    Gün : Erciş-Muradiye Şelalesi-Van

 Dünkü kısa etaptan sonra bugünkü etap dünkünün iki katına yakındı. Hedefimde Muradiye Şelalesi vardı ama ilk durağım Erciş’in çıkışındaki “Balık Bendi” oldu. Mesire yeri olarak düzenlenen yerdeki asma köprünün üzerine çıkıp Deliçay’ı izledim. Burada, Mayıs ayında “Uluslararası İnci Kefali Göçü Kültür Ve Sanat Festivali” düzenleniyormuş. Van Gölü’nde yaşayan tek balık cinsi olan “İnci Kefali”nin çayın yukarısına doğru göçünü hayal ettim. Çok da  vakit kaybetmeden yoluma devam ettim. Ünseli’ye gelmeden bir benzinlikte mola verdim. İki motorsikletliyle selamlaştık. Motorlar muhteşem görünüyordu. Birbirinin aynısı iki turing tipi BMW motorsiklet yan yana duruyordu. Motorculardan biri Tito’yu görünce biraz inceledi. Kayışlı olduğunu görünce “Harley’ler gibi…” dedi.  Tur amaçlı olduğunu söyledim. Kadro ve vites sisteminden bahsettim. Onların motorsikletlerinin de şaftlı oluşu dikkatimi çekmişti. Bunu söylediğimde, gururla, tur motorlarının en üst modeli dediler. (R 1250 GS olduğunu düşünüyorum.) Kendilerine keyifli turlar dileyip yola devam ettim. @pedalterapi de arkadaşıyla Van Gölü çevresinde turluyorlardı benimle aynı zamanlarda. Kendisiyle, kamp yaptıkları Muradiye Şelalesi’nde buluşmayı planlamıştık.  Fakat ön görülemeyen bir durum sebebiyle geri dönmeleri gerektiği için otobüse bindiklerini ve beni Ünseli çıkışındaki jandarma kontrol noktasında gördüklerini yazdığını gördüm mesajında. Buluşamayacağımız için üzüldüm. Kısmet olursa başka zamanlarda, başka yerlerde…

Ayrımdan Muradiye istikametine döndüm. Buraya kadar düz devam eden yol yükselmeye başladı. Geniş yoldan hafif hafif tırmanıyordum. Muradiye ilçesinin merkezine giden yolu geçip kısa bir süre sonra Şeytan Köprüsü ayrımında buldum kendimi. Adı ilginç gelmişti ama aslında hüzünlü bir hikayesi varmış. Bir düğün konvoyu uçmuş buradan aşağı. Ondan sonra bu isimle anılmaya başlanmış. Aslında Bendi-i Mahi Çayı’nın en dar yerine kurulmuş bu köprüden uçmak gerçekten de şeytan işi olabilir. :) Köprünün üstünde ve yanında fotoğraf çektim. Altında minyatür bir kanyon ve tam altta oluşmuş cadı kazanı dikkatimi çekti. Manzara güzeldi. Geriye dönüp Muradiye şelalesine doğru yoluma devam ettim. Kısa bir süre sonra da Muradiye şelalesine vardım. Şelale muhteşem bir manzara sunuyordu. Geniş bir alana yayılmıştı. Tito’yu da kareye dahil ederek fotoğrafladım şelaleyi. Karşısındaki lokantada açlığımı giderdim. Sonra da şelalenin daha da yakınına ulaşmak için merdivenlere yöneldim. Aşağısı oldukça kalabalıktı. Herkes selfie telaşındaydı. Eee fonda böyle muhteşem bir şelale olunca çok da normaldi. Yavaş yavaş dönüş yoluna çıktığımda havanın dönmeye başladığını fark ettim. O açık hava gitmiş yoğun bulutlar gelmişti tam tepeme. Erciş-Van ayrımına varamadan da bir anda indirmeye başladı. Hem de öyle iri damlalı tarafından. Hafif ıslanmaya başlamışken kafamı sağa çevirdiğimde yol kenarındaki bir evin garajı olduğunu düşündüğüm, önü açık ama diğer yerleri kapalı bir yer olduğunu gördüm. Hiç düşünmeden girişine doğru pedallarımı hızlandırdım ve direkt boş olan garaja girdim. Yer toprak, duvarları da sıvasızdı. Ben yağmurdan ucu ucuna kaçtığıma (aslında biraz ıslanmıştım ama yağmurun şiddetlenmesiyle başıma gelebilecekleri görünce iyi ki kaçmışım diyorum.) seviniyordum ki içeriye Yasmin ve Can girdi. Biri daha okula gitmeyen diğeri ilkokul çağında biri kız biri erkek iki güzel çocuk. “Merhaba” dedim. Önceleri biraz ürktüler benden ama ben konuşmaya devam ettim. “Yağmurdan kaçtım. Sizin evinize sığındım.” Öyle çok muhabbetli değillerdi ama çok meraklılardı. Biraz kendimi anlattım. Biraz onlar hakkında sorular sordum. Yağmur önce çok şiddetlendi, sonra şiddeti biraz azaldı ama devam etti. En sonunda yola çıkabileceğim kadar azalınca küçük arkadaşlara veda edip tekrar yola çıktım. Kavşağa dönüp bu sefer sola, Van’a doğru devam ettim. Van Gölü’nün güzel manzaralarıyla Tasmalı Geçidi’ne doğru pedal çevirdim. Hava artık kararmaya başlamıştı. Van’a kadar iniş olacaktı hesapta ama hep dediğim gibi” ‘Bundan sonra hep iniş.’ yoktur. Jeomorfoloji vardır.” Dolayısıyla gece karanlığında epeyce pedal çevirmem gerekti merkeze kadar. Sonunda 4 gün önce ayrıldığım otele vardım. Oldukça yorulmuştum. Gecenin geç saatinde yemek için bir şeyler bulup sonrasında yorgun bedenimi dinlendirdim.

 

 Mesafe : 134,55 km

Süre : 9:34 Saat

Ortalama Hız : 14,1 km/sa

Maksimum Hız :  54,3 km/sa

Yükseklik Kazancı :  945 m

 

https://www.strava.com/activities/5760924809

Van- Ardeşen arası

Aslında bugünü Karabet Geçidi’ne tırmanmaya ayırmıştım. Bir çok farklı plan yapmıştım ama son versiyonda arabayı Gevaş’a yakın bir yere bırakıp tırmanmaya başlayacak ve muhtemelen gün boyu da tırmanacaktım. Yaklaşık 60 km. tırmanıp geri dönecektim. Turu planlarken Karabet’in 2.985 m.’lik yüksekliği ile hem Türkiye’nin en yüksek karayolu geçidi olması hem de (hedefim-hayalim) Stelvio’dan daha yüksek olması beni en çok çeken özelliği olmuştu.( Bugüne kadar geçtiğim en yüksek geçit, kuzenim Gökalp’le birlikte, Gürcistan dönüşünde Posof-Ardahan arasında geçtiğimiz 2.550 m.’lik Ilgar Dağı Geçidi’ydi.)  Onun dışında zaten ağaç ve yeşillik olarak pek de zengin sayılmayacak bu coğrafyada tüm gün güneş altında ve suyumu çok idareli kullanarak tırmanacaktım. Aslında çok istiyordum ama son 2 günkü enerji eksikliğim bu planımı iptal etmeme sebep oldu. Bugünü Vanlı arkadaşım Fatih’le, (gerçek içeriğini merak ettiğim) Van kahvaltısını yapmak ve Karadeniz kıyısına, turun ikinci bölümüne ulaşmak için kullanacaktım.

Göl kıyısında güzel bir kahvaltı ve sohbetin ardından otelden eşyalarımı aldım ve yola koyuldum. Muradiye’ye kadar, bir önceki gün geldiğim yoldan döndüm. Muradiye’den geçerken hem şelaleyi hem Şeytan Köprüsü’nü hem de küçük Yasmin’i andım. Çaldıran’ı geçtim. Tırmanmaya başladım geçit Tendürek Geçidi’ydi. 2.644 m.’lik bu geçide yaklaşırken etraftaki simsiyah kayaların bir volkandan akan lavların kalıntıları olduğunu anlamak çok da zor değildi açıkçası. Gerçekten de bu görüntü bana “İşte bir yanardağın ve lav kalıntılarını yanından geçiyorum.” şaşkınlığını ve heyecanın sonuna kadar yaşattı. Bu bölgenin coğrafyası çok ilgimi çekmişti. Buralardan da bisikletle geçme hayalini kurdum. Kim bilir hangi zamanda bu geçitte çektireceğim fotoğrafı hayal ettim.

Doğubeyazıt’a yaklaşırken birden onu gördüm. Düzlüğün ortasında, tüm heybetiyle karşımdaydı. Muhteşem Büyük Ağrı Dağı. Hemen arkasında da Küçük Ağrı. Arabanın içinde şaşkınlıktan, hayranlıktan, heyecandan yerimde duramıyordum. Uygun olan ilk yerden sağa çektim. Arabadan inip o muhteşemliği çıplak gözle görmek istiyordum.  Yanımdan geçen kamyonlara, arabalara aldırmadan arabanım önüne geçtim. Baktım, baktım… Tepesindeki buzula, konisine, etrafındaki yükseltilere, eğimlere… O heybeti aklıma sığdırmaya çalıştım. “Vay be.” dedim. Kendi kendime. “Dağın heybetine bak.” Arabaya binip daha iyi bir açı gördüğümde bir daha durdum. Biraz daha ileride bir daha… O kadar yolu ne kadar zamanda geçtiğimi bilmiyorum. Doğu Beyazıt’tan, Iğdır’ı geçip, Tuzluca’ya geldim. Kars’a doğru giderken sağımda Ermenistan sınırı vardı. Halıkışlak’ta yol, sınıra en yakın yerde bulunuyordu. Sınırı da Arpaçay oluşturuyordu. Sarp yükseltiler ilgi çekiciydi. Bir fotoğraf molası daha… Digor’u geçip Kars’ta yemek ve peynir molası verdim. Daha sonra yolumu Göle’ye ve Ardanuç’a çevirdim. Göle çevresi ve özellikle Ardanuç’un Cehennem Deresi Kanyonu’nun manzarası akşam saatlerinde de olsa muhteşemdi.

Yolum Gürcistan turumuzun Ardahan-Artvin etabındaki yolla birleştiğinde hava tamamen kararmıştım. Ardeşen’de, Fırtına Deresi’ne yakın yerde kalacak bir yer buldum. Artık Karadeniz’deydim. 

  Ardeşen – Zirkale-Palovit Şelalesi - Ardeşen (7 Ağustos 2021)

Fırtına Deresi’ne paralel yolun üst kısmında kaldığım pansiyondan ayrılıp tüm eşyalarımı arabaya yükledim. Aracım akşama kadar aynı yerde kalacaktı. Tito’yu hazırlama başladım. Hava kapalıydı. Yağmura hazır olmalıydım. Tüm yağmur ekipmanlarımı çantanın üstlerine yerleştirip yola koyuldum. Öncelikle kahvaltı için bir yer bulmam gerekiyordu. Bisiklet camiasında ne demişler “Ne kadar yersen o kadar gidersin.” Açıkçası bir Fransa Turu zamanı sanırım Sarper Günsal’dan duyduğum bu sözü çok seviyorum. Sanırım yemek yemeyi sevdiğim :) (Bir de “Susamadan su iç. Acıkmadan yemek ye.” )

Fırtına’ya paralel keyifle pedal çeviriyordum. Trafik de çok yoğun değildi. Biraz ilerleyince, nehir kenarında kahvaltı yapabileceğim bir mekan buldum. Kahvaltı dediysem çay ve tost. :) Kısa bir süre sonra bulunduğum yere turla epeyce bir yerli turist gelip ortalık şenlenince benim için de pedala basma vakti gelmiş oldu.  Çamlıhemşin’e kadar yağmur yağmadan ilerledim. Van Gölü çevresinden sonra buradaki yeşil daha da gözüme girer olmuştu. Ayder-Zirkale ayrımında Zirkale yoluna devam ettim. Sürekli çok dik olmayan tırmanışlar devam ediyordu. Yağmur ha yağdım ha yağacağım derken başlayıverdi. Yağmurlukları giyip yola devam ettim. Sonra da hem biraz kurumak hem de

yağmuru geçirmek için yol kenarındaki bir yerde yemek molası verdim. O sırada yağmur da oldukça şiddetlenmişti. “İyi ki yolda değilim.” diye iç geçirdim. Tam anlamıyla bir yöresel yemekler resmi geçidi yaptım kendime. Tabi hepsinden az porsiyonlarla. :)

Yemek bitip yağmur dinince de yola devam ettim. O noktadan itibaren yolun eğimi de artmaya başladı. Asfalt kesme taşa döndüğünde, tırmanış biraz daha zorlaşmıştı. Trafik de bu bölümde daha da artmıştı. Özellikle tur minibüsleri sıklaştı. Kalabalık da arttı. Yıllar önce arabayla geldiğim Zirkale’ye bu sefer bisikletle ulaşıyordum. Uzaktan ilk göründüğü anda manzaranın muhteşemliğin keyif veriyordu. Bu sefer içini gezmeyecek ve Palovit Şelalesi’ne doğru devam edecektim. Sis ve bulutun her seferinde farklı bir manzara sunduğu yoldan hafif bir inişle Çat Köyü’e devam eden yoldan ayrılıp Palovit Şelalesi ayrımına döndüm. Yol boyu bulutların ve sisin izin verdiği yerlerde Kaçkarlar’ın zirveleri çok güzel manzaralar veriyordu. Durup durup fotoğraf çekiyordum. Yolun aşağıya olan eğiminin bittiği ve tekrar tırmanışa geçtiği noktaya bir macera parkı yapılmıştı. Tarzan Macera Parkı adlı bu parkın böyle bir yerde olması dikkatimi çekti. Çok da ayak altı olmayan bir yerde oluşu “Herhalde turları getiriyorlardır.” diye düşündürdü beni.

Yol iyice dikleşti. Dar noktalarda karşılaşan araçların yarattığı sıkışıklıktan dolayı geçişler oldukça zor oluyordu.  Palovit Deresi’nin coşkun akan suyu yağmurla daha da coşmaya başlamıştı. Bir süre sonra, araç ve insan trafiğinin de yoğun olduğu yerde Palovit Şelalesi ile buluştuk. Şelaleyi görmeden önce, o yoğunlukta, Tito’yu koyabileceğim bir yer bulmaya çalıştım. Mısır satan bir gençle sohbet edip kendisinin yanına bıraktım. Normalde, üzerinde aynı anda 4 kişinin olması gereken demir köprünün üzerinde onlarca kişi vardı. Açıkçası biraz çekinerek geçtim köprüden ve şelalenin yakınına gittim. Şelalenin suyu oldukça fazlaydı. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Palovit Şelalesi Karadeniz’in debisi en yüksek şelalesiymiş. Şelalenin damlalarını hissedebileceğim bir mesafeden fotoğraf çekip mısırcı arkadaşın yanına döndüm. Ondan bir mısır alıp sohbet etmeye başladım. Kendisi lise öğrencisiymiş. Rehber olmak istiyormuş. Onun eğitimini almak istediğini söyledi. Hedefli gördüğüm bu gence başarılar dileyip Tito ile inişe geçtim. Bu vakte kadar idare eden yağmur şiddetini arttırmaya başladı. Yağmurluk zaten ıslaktı ama giymek gerekiyordu. Bu sefer inişle birlikte yağmur damlaları direkt beni hedeflemeye başladı. Kaymadan, düşmeden inmeye çalışıyordum. Tarzan Macera Parkı’nın yanından geçerken iki ağaç arasına gerilen ipi üstünde dengede yürümeye çalışan bir kızı görüp kendisine “Kolay gelsin.” dedim. O da bana “Size de kolay gelsin.” dedi. Gülümsedim. Teşekkür ettim ve tırmanışa devam ettim. Zirkale’ye döndüğümde, manzara noktasında Tito’yu Zirkale fonunda fotoğraflayıp dönüşe geçtim. Tüm yol boyunca yağmur bana eşlik etti. Aralarda da bulduğum sundurmaların altında azalmasını bekledim.

Arabanın yanına döndüğümde beni kötü bir sürpriz karşıladı. Sabah Tito’yu hazırlarken dalıp gitmiş ve sağ ön camı tamamen açık unutmuşum. Tüm gün yağmur sağ koltuğu ve kapıyı ıslatmış. Allah’tan çok büyük bir sorun olmadan atlattım. Üstümü de açık havada, yağmur altında değiştirip arabayla Of’a doğru yola çıktım.

 

 

Mesafe : 70,08 km

Süre : 5:47 saat

Ortalama Hız : 12,1 km/sa

Maksimum Hız :  36,2 km/sa

Yükseklik Kazancı :  1.292 m

 

https://www.strava.com/activities/5760924155


Çaykara-Derebaşı Virajları-Çaykara (8 Ağustos 2021)

 Bugün turun Nirvana’sına ulaşacaktım. Yıllardır turcu arkadaşlarımdan duyduğum, fotoğraflarını gördüğüm, merak ettiğim, gelebilmek için fırsat kolladığım, dünyanın en tehlikeli yollarından biri olan D915, Rus yolu, Ölüm yolu, Bayburt-Of yolu ya da ünlü ismiyle Derebaşı Virajları’na ulaşmak için pedal basacaktım. Sabah Of’taki otelden çıkıp arabayla Çaykara’ya gelip erken saatte pedal basmaya başladım. Çaykara’nın çıkışında kahvaltı yapabileceğim bir yer ararken solda bir kahvaltı mekanı görüp girdim içeri. Açık havada iki abimiz masa başında oturuyordu. Aslında mekan sahipleri kahvaltı yapıyordu. Ben de kahvaltı yapmak istediğimi söylediğim zaman direkt mütevazı sofralarına buyur ettiler. Sohbet, muhabbet öyle derinleşti ki yaklaşık 1 saat kaldım orada. Bisikletten, Karadeniz’den, İstanbul’dan, bir sürü şeyden konuştuk. Sohbet güzeldi ama daha çok yolum vardı. İzin istedim. Yola devam ettim. Hava ve yol muhteşemdi. Yeşil ise ayrı bir dünya… Uzungöl-Karaçam ayrımında, az kullanılan yola devam ederek çok güzel bir vadiye girdim. Vadideki Çataklı Çayı üzerinde sıra sıra HES’ler yapılmıştı. Çamlıbel köyünü geçtiğimde vadi daha da derinleşip güzelleşti. Gözlerimi yeşilden, etrafta akan sulardan, vadinin derinliklerinden alamıyordum.

Karaçam’ı geçmeden yolda jandarma devriye aracı ile karşılaştım. Bana maske takmamı söylediler. Ben de “Dağ başında, tek başımayım. Ne maskesi ? Ne gerek var ? “ minvalinde konuşmaya başladım. Daha da ileri gidip ukalalık da yaptım. “Siz takmışsınız. Tabi arabanın içindesiniz. Ne kadar iyi.” diye ileri gidip güya dalga geçtim. Aklım sıra, onlar işgüzarlık yapıp bana maske taktırıyorlardı ve ben de tepki gösteriyordum ki… Jandarma astsubayın arabanın içinden seslenmesiyle kendime geldim. :”Beyefendi karantina bölgesinden geçiyorsunuz. Kimseyle temas etmeyip maskenizi de çıkarmamanız lazım.” “Karantina” sözünü duymamla cebimdeki maskeyi takmam bir oldu. Özür dileyip uyarıları için teşekkür ederek yolma devam ettim. Meğer karantina bölgesinden geçiyormuşum. Bilseydim tabi ki takardım ama açıkçası herhangi bir yazı da görmemiştim.

Çeşme başında küçük bir mola verip açlığı bastırdıktan sonra yolda devam ettim. Tam yağmur başladığı anda, yolun kenarında bulunan evin yol seviyesindeki girişine atıverdim kendimi. İyi ki de atmışım. Kendimi oraya atar atmaz bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı yağmur. O bildiğiniz, her sene Karadeniz Bölgesi’deki sellerden birini  oluşturacak hızda yağıyordu yağmur. Bu hızda yarım gün yağsa yine haberlere çıkacağı kesindi oraların. Bir saat kadar  bekledikten sonra, yağmurun hafiflediğini düşünüp yola koyuldum. Pedallara asılıp 100 m. gitmemiştim ki yağmur yine şiddetlenince aynı yere geri döndüm. Yolun yukarısında, oraya sığındığımı gören ve beni gördüklerini görünce selam verdiğim ailenin üyeleri bu halimi görüp epeyce gülmüşlerdir sanırım. Bir yarım saat sonra tekrar yola koyuldum. Bu sefer de bir 300 m. geçmeden tekrar başladı yağmur. Sanki benim kafamı çıkarmamı bekliyordu. Bu sefer ben geri dönmedim. Yola yağmur altında devam ettim. Tabi o en şiddetli seviyelerinde değildi ama ıslatıyordu işte. Devam ettiğimde yol vadide daha da fazla yükselmeye başladı. Yol halen asfalttı ama ne zaman biteceğini de merak ediyordum. Derebaşına gelmeden, asfalt bölümde de bir iki firkete viraj vardı. O kısmı sisler içinde geçtim. Sonrasında, yine yağmurun hızlandığı bir kesimde, yine yolun kenarındaki bir evin balkonunun altına sığındım. Öncekinden farklı olarak bu sefer evin sahipleri de oradaydı. Direkt kendilerinden izin istedim. Sağ olsun hem izin veriler hem de yemeklerinden ikram ettiler. Biraz da sohbet tabi. Ev halkı teker teker kapıya gelip kafayı uzatıyor ve bana bakıyorlardı. Evin kızı ve eşi Almanya’da yaşıyorlarmış. Yaz tatili için gelmişler. Derebaşı’na gittiğimi söylediğimde evin büyük annesinin Derebaşı Virajları’yla ilgili TRT’nin bir belgeselinde yer aldığını söylediler. Son olarak da Derebaşına yakın olan Turgut’un Yeri’nden bahsettiler. Akrabalarıymış. Çay içebileceğimi söylediler. Kendilerine teşekkür edip yağmur hafifleyince ayrıldım. Karaçam’dan sonra asfalt yol bitmişti. Stabilize yol da yerini tamamen taş yola bırakmıştı. “Allahtan yol toprak değil.” dedim kendi kendime. Bu yağmurda balçıktan çıkamazdım. Artık vadi daha da vahşileşmişti tabiri caizse. Her yerden sular akıyor, yeşil, tonlarının en güzelini sunuyor, önümüzdeki duvar da giderek yakınlaşıyordu. Turgut’un yerini görünce bir çay içeyim dedim. Sonra “çorba” yazısını görünce aklım çorbaya gitti. Çorba istedim. Ardından da çay tabi. Yağmur ve  vahşi vadi manzarası çok farklı duygular hissettirdi bana. En başta da merak. Derebaşı Virajları’na çok yaklaşmıştım. Görmek için sabırsızlanıyordum.

Teşekkür edip yola devam ettim. Hislerimi ve güzellikleri anlatacak kelime bulamıyordum. Sis, bir alçalıp bir yükseliyordu. Sonunda karşıda Derebaşı Virajları’nı gördüm. Durdum ve bir süre seyrettim. Merak, cesaret ve başarma duygusunu bir arada yaşıyordum. Bu duyguyu daha önce Transfagaraşan’da da yaşamıştım. Ama daha işim bitmemişti. En üstüne çıkmayı hedeflemiştim. Bu kadar yol gelmişken de bunu yapmadan dönmeyecektim. 35 km.lik tırmanış boyunca bunu istemiştim. Yavaş yavaş tırmanmaya başladım. Ama açıkçası düşündüğüm kadar kolay olmayacaktı. Yok daha da kırıcı bir hale gelmişti. Firkete virajların ilk metreleri de oldukça bozuk ve zorluydu. Sabırla yükselirken manzaraya bakıyordum. Yukarıdan aşağıya inen birkaç pickup araç yanımda durup merakla soruyorlardı. “Çaykara’dan buraya ha bununla mı geldin ?“ :) Araçlardan birinin içindeki bir teyzenin bana ısrarla “Geri dön” telkinini hiç unutmayacağım. “Geri dön oğlum. Geç oldu. Yukarıda karanlığa karışırsın.” Gerçekten de geç olmuştu. Akşamı 18.00’inde varmıştım virajların tepesine. 3-5 kişilik bir genç grubu yağmur altında mangal yapıyorlardı en tepede. Beni de sofralarına buyur ettiler. Mangalda tavuk, kavun ve tabi ki rakı vardı menüde. Teşekkür edip sadece kavun aldım. Yağmur altında biraz sohbet ettim. Bayburt’tan her ay o noktaya gelip mangal yaparlarmış. Bir iki tipi pek gözüm tutmasa da sohbeti dozunda tutup müsaade istedim. Yol sorduğumda önümde 3 alternatif olduğunu söylediler. Biri geldiğim yoldu. Diğeri, vadinin karşı duvarından inen yol -ki bu yolun daha yakın olduğunu söylediler- bir yol da Uzungöl’e gidiyormuş ama pek mantıklı bulmadım çünkü solu işaret ediyorardı ama göl sağda kalıyordu. Normalde yola devam edip Soğanlı geçidine çıkmayı ve Uzungöl’den dönmeyi planlamıştım ama gerçekten hedeflediğimden çok daha geç bir vakitte orada olduğum için karanığa karışacağım yolun geldiğim yol olmasını tercih ettim. O muhteşem virajlardan bu kez indim. Ve 35 km.ik bir inişe başladım. Aynı yoldan bu kez geriye, fazla pedal basmadan  dönüyordum. Kısa süre sonra hava karadı ve o muhteşem inişin tamamını karanlıkta, far ışığıyla yaptım. Hem yağmur hem karanlık hem de ıssız yollarda, normalde “Bitmesin” diyeceğim muhteşem bir inişin bitmesi için dua ettim. Çaykara’ya kadar, yolda verdiğim birkaç yudum su molası haricinde durmadan geri döndüm. Kafamda, uzun zamandır hayalini kurduğum, kendimce efsaneleştirdiğim birkaç yerden birine daha ulaşmanın tarif edilemez duygusu vardı.

 

Bu maceranın (da) sonu.

 

 

Mesafe : 72,44 km

Süre : 7:06 Saat

Ortalama Hız : 10,2 km/sa

Maksimum Hız :  44,0 km/sa

Yükseklik Kazancı :  1.660 m

 

https://www.strava.com/activities/5760925732

Not:Son fotoğraf, Derebaşı Virajları’nın tamamı görünsün diye internetten…