Küre dağları turu ( 27-29 Eylül 2020)

 

Merhaba, 

Pandeminin 2020 planlarının tamamını suya düşürdüğü bu dönemde, ben de zaman buldukça bisiklet turu tutkumu kısa kısa turlarla gidermeye çalıştım. Önce Isparta-Gazipaşa yaptım. Ardından memleketim Samsun’da günübirlik Kuş cenneti ve Kurtuluş Yolu’nda turladım. Son olarak da Küre Dağları’nı hedefleyip kısa bir tur planı yaptım. Safranbolu’ya kadar aracımla gidip 15 sene önce 1 gece konakladığımız Park Ilıca’ya ulaşacak ve orada 3 gece kaldıktan sonra da farklı bir yoldan Safranbolu’ya dönecektim. Kısaca planım bu şekildeydi.

Cumartesi günü Safranbolu’ya vardım. Bir otele yerleştim. Ertesi sabah bisikletimi hazırlayıp aracımı otelin otoparkına bırakıp yola çıktım. (Nasıl olsa tekrar Safranbolu’ya dönecektim.)  

 

1. Gün : Safranbolu-Ilıca

Plan olarak ilk uğrayacağım yerler Tokatlı Kanyonu ve İncekaya Su Kemeri’ydi. Sabah direkt yokuşla güne başladım. Sıcak bir gün olacağı belli olmuştu. Daha önce Safranbolu ve çevresini gezmeme rağmen Tokatlı Kanyonu manzaralı cam terası ve İncekaya Su Kemeri’ni ilk defa görecektim. Kısa bir süe sonra yoldan ayrılıp Cam teras tarafına yöneldim. Çevrede hediyelik eşya ve yiyecek, içecek büfelerini görünce geldiğimi anladım. Tito’yu girişteki mısırcıya emanet edip merakla içeri girdim. (Giriş 6 TL). Cam teras muhteşem bir kanyon manzarasına ev sahipliği yapıyordu ama tahmin ettiğim gibi herhangi bir koruma tedbiri olmadan ayakkabı ile giriyordunuz platforma. Bu da camın (daha doğrusu akrilik malzemenin) çizilme ve aşınmasına ve gerçek şeffaf işlevini tam olarak yerine getirememesine sebep oluyordu. Ama manzara muhteşemdi. Orada bulunan bir çift benden fotoğraflarını çekmemi rica etti. Çeşitli açılarda fotoğraflarını çektim. Ben de kendilerinden rica ettim. Sağ olsunlar sayelerinde daha geniş manzaralı fotoğraflarım oldu. :)

Kanyonun bir de yürüyüş parkuru vardı aşağılara, kanyonun tabanına inen. Uzun bir vakitte kanyonda yürüyüş de yapılabilirdi. (Bu beklentimi ziyadesiyle karşıladım Horma Kanyonu’nda :) ) Ama ben az ilerideki İncekaya Su Kemeri’ni de görüp yoluma devam edecektim.  Su kemerini de fotoğraflayıp dönerken yolda yabancı bir çekim ekibinin kemere doğru geldiklerini gördüm. Kameraları vs. hazırlıyorlardı. Sanırım bir belgesel çekimiydi.

Yola devam edip Safranbolu-Bartın yoluna ulaşmak için pedallara asıldım. Safranbolu’dan Bartın’a giden yolu uzun bir süre önce Safranbolu-Amasra-Zonguldak-Safranbolu turumuzda o zamanlarki iş arkadaşım Uğur’la birlikte geçmiştik. Çok güzel ve zorlu bir tur olmuştu. Çok da güzel anıları paylaştık. Tepeye çıkıp inişe geçtikten kısa bir süre sonra Eflani yoluna ayrıldım.  İnip çıkan bir profilde ilerleyen yolda bir süre susuz kalsam da sonra eksiğimi giderdim. Eflani’nin merkezinde de yemek molası verdim. Yemekten sonra Daday’a ayrılan yola devam edip kısa bir süre sonra da Pınarbaşı için ayrıldım. Buraya kadar gelirken en çok dikkatimi çeken şey mermer ocakları oldu. Her yerde mermer ocakları ya da ocaklara giden yol ayrımlarını gördüm. Kalacağım yer olan ParkIlıca’da pandemi dolayısıyla yemek servisi olmadığı için kendime kahvaltılık şeyler aldım Pınarbaşı’ndaki bir marketten. Poşetleri çantalara ve bagajın üstüne yerleştirdikten sonra 5 km.’lik yokuşu çıkmaya başlamadan önce Horma Kanyonu’nun ana girişinde fotoğraf çektim. Zirveyi görüp inişe geçtim ama bu inişi sonraki günlerde tekrar tekrar çıkacaktım. Yokuş, ek yükümle birlikte daha da zor olmuştu. Neyse ki sorun olmadan yolu tamamladım. Park Ilıca’ya yerleştim.

Akşam, yemek için bir şeyler atıştırdıktan sonra, çay içmek için piknik masalarını olduğu yere geçtim. Üç motorcu arkadaşla orada tanıştım. Tito’yu görüp, ne kadar değişik bir bisiklet olduğundan bahsettiler ve sorular sordular. Bu vesileyle muhabbet epeyce ilerledi. Yurtiçi, yurtdışı turlardan bahsedip epeyce bir bisiklet güzellemesi yaptım. Onların motosikletle yaptıkları Balkan turunu bisikletle yaptığımı duyunca epeyce şaşırdılar ve takdir ettiler.

 

Bu kadar muhabbetten sonra sanırım bisiklete de vakit ayırmaya biraz olsun ikna edebilmişimdir. 😊 Onlar da önce Amasya gideceklerini, ardından Ordu üstünden Karadeniz kıyısı boyunca İstanbul’a geri döneceklerini anlattılar. Epeyce bir sohbetten sonra dinlenmek üzere odalara gittik.

 

 Mesafe : 82,73 km

Yolda Geçen süre : 6:40

Ortalama hız : 12,4 km/s

Maksimum Hız : 49,0 km/s

Yükseklik Kazancı : 1.366 m.

Yükseklik Kaybı : 1.541 m.

2. Gün : Ilıca-Valla Kanyonu-Ilıca +  Horma Kanyonu

Sabah kısa bir kahvaltı seansından sonra Tito’yu hazırladım. Aynı yere tekrar döneceğim için yanıma tek çanta alıp dün indiğim yokuşu tırmanmaya başladım. Dünkü inişin dikliğinden bugün işimin zor olacağını biliyordum. Direkt %10 eğimle uykum açıldı. :) 3. Kilometrede Valla kanyonu ayrımından ana yola veda ettim. Kısa bir süre sonra da asfalta… :) Bir anda stabilize yolda buldum kendimi. Hani asfalt varmış da çok eskimiş de olabilir. Ya da “Ne asfaltlar gördüm aslında hiç yoktular” da… :) 17 km.’lik yol inişli çıkışlı, taşlı, topraklı, bolca tozluydu ama sonunda muhteşem Valla kanyonu manzarasına ulaştırdı beni. 15 yıl önce ailem ve iş arkadaşlarımla 2 arabayla geldiğimiz yolun o zamanlardan hiçbir farkı yoktu. Muratbaşı köyüne ulaşıp kanyona giden yürüyüş yoluna girdiğimde yapım çalışmaları olduğunu gördüm. Mümkün olan yerlerde Tito’nun üstünde olmaya çalıştım ama bir çok yerde onu benim taşımam gerekti. İlk geldiğimiz zamanda hiçbir yapı yoktu. Yürüyerek, Valla Kanyonu’nun klasik fotoğrafının çekildiği tepeye ulaşmış, kenarlara yaklaşmamaya dikkat ederek fotoğraf çekmiş, epeyce de ürpermiştik. Şimdi ise aynı noktaya bir seyir terası yapılmıştı ki bu seyir terasının kendisi bile başlı başına ekstra ürperti kaynağıydı. :) Tito’yu girişte bir yere kilitlerken bir çift geriye dönüyordu. Onlardan başka da kimse yoktu etrafta. Yavaş yavaş yürüyerek, 360 derece çevreme bakarak seyir terasının en üst katına doğru yöneldim. Açıkçası yüksekten ve kenarda olmaktan çok ürperirim ama bir korkuluk varsa kenarda olmakta da çekinmem (Tamam çekinirim ama korkmam. Tamam tamam korkarım ama bu beni geri döndürmez :) )  Etrafı, rüzgarı dinledim, yüzlerce metre aşağıya baktım. Devrekâni Çayı’nın binlerce yılda neler yapabildiğine bir kez daha hayran oldum. Bolca manzara ve selfi’den sonra dönüşe geçtim. Orijinal planım buradan Ilgarini Mağarası’na devam etmek  şeklindeydi ama daha sonra planı değiştirip Park Ilıca’ya geri döndüm. Çünkü Ilıca şelalesine ve daha önemlisi Horma Kanyonu’na gidecektim. 

Köye geri döndüğümde bir şeyler yemek için orada tek yemek yiyebileceğiniz yer olan yol köşesindeki gözlemeciye gittim. Ama daha gözleme faaliyeti başlamamıştı. Çay da yoktu. :) Bir gazoz için mekanın sahibinin kardeşiyle sohbet ettim. Kendisi de İstanbul’da yaşıyormuş. Bisikletle gelişime şaşırdı. Yola çıktım. Karnımı doyurma  hayalim dönüşe kalmıştı. Aynı yolu geriye dönerek kaldığım yere ulaştım. Karnmı doyurdum. Tito dinlenmeye çekildi. Ben de Ilıca şelalesine doğru yürüyüşe geçtim. Önceki gelişimizde bir arkadaşım ve kızımla (ki o zaman 6 yaşındaydı) şelalenin altındaki göle girmiş, buz gibi suyunda yüzmüştük. Şelaleye vardığımda o günler aklıma geldi. Keyifli, güzel bir gezi olmuştu.  Şelalenin üstüne, Horma Kanyonu’nun girişine kadar yürümüştük o tarihte. Oradan da geriye, kaldığımız yere dönmüştük. Bu sefer yürüyüş platformu oluşturulmuş ve kanyonun tamamı bu platform üzerinden yürünebilir hale gelmişti. Çok da merak ediyordum açıkçası. Gördüğüm şey ise tüm merakıma değerdi. Kanyon boyunca, metrelerce yüksekten, kanyon duvarlarına sabitlenmiş metal ayakların üzerine yapılmış bir yürüyüş platformu üzerinden yürüyor ve kanyonun harika manzaralarını, görebileceğini en iyi  açıdan görüyordunuz. Ayağınızın altı boşluktu. Bu beni çok ürpertse de manzaranın muhteşemliği ve kanyonun devamı konusunda giderek artan merakım adımlarımı sıklaştırıyordu. Yolda yağız delikanlı bir genç bana dönüp “Valla korktum. Dönüyorum.” deyince pek anlam verememiştim ama şimdi anlaşılıyordu nedeni. :)

Kanyon her adımda farklı manzaralar sunuyordu bana. Nereye bakacağımı, nerenin fotoğrafını çekeceğimi bilemiyordum. Hiçbir fotoğrafın o güzellikleri tam anlamıyla yansıtabileceğini düşünmüyorum. Bir noktada yüzlerce metre yüksekteyken başka  bir noktada kanyonun iki duvarına birden dokunabileceğiniz kadar daralıyordu. Yürüyüş parkuru 3.000 m. uzunluğundaydı. Ve ben aynı yolu geriye dönecektim. Bir değil iki porsiyondu yani … :)

Parkuru bitirdiğimde aslında giriş kısmı olan yerdeki gözetleme kulesine çıkıp biraz daha yukarıdan baktım etrafa. Parkur girişindeki kulübede bulunan görevlilere bu platformun nasıl yapıldığını sordum. 2 ayrı müteahhit başlamış ama bitirememiş parkuru. En sonunda başka bir müteahhit gelip tamamlamış. Seneler sürmüş. Nasıl mı yapılmış ? Her demir ayağı mont ettiklerinde ilerleyip bir sonrakini çakmışlar. Yani herhangi bir proje vs. yok. Çakıp geçmişler. Ama 2.500 m. – 3.000 m. arasındaki kısım işin en zor kısmı olmuş. Zaten önceki müteahhitler de o kısmı geçememişler. En ürpertici yer de işte bu aralık.

Akşamın loş ışığı kanyonun içinde kaybolunca benim dönüşüm de karanlıkta değil ama epeyce  az ışık ışıkta oldu. Hiç sıkıntı değildi benim için. Çok keyif almış ve “İyi ki Ilgarini yerine buraya gelmişim.” demiştim. Sınırlı sürem için doğru tercihti. Park Ilıca’ya döndüğümde toplam yürüyüşüm 9 km.’yi bulmuştu. Günü iki kanyon ziyareti ile kapamıştım.

Mesafe : 30,59 km

Yolda Geçen süre : 3:02

Ortalama hız : 10,1 km/s

Maksimum Hız : 41,9 km/s

Yükseklik Kazancı : 863 m.

Yükseklik Kaybı : 828 m.

 

3. Gün : Ilıca-Çatak Kanyonu + Dolu faciası :)

Bugünkü hedefim Çatak Kanyonu’ydu. Seyir terasına çıkıp geriye dönecek ve bu rota için bir çember çizecektim. Yani aynı yolu geri dönmemek üzerine bir plan yapmıştım. Menümüzde, başlangıç olarak, Valla’ya giderken bir kısmı tırmandığım yokuşun tamamı vardı. :) 6 km’lik çıkışın sonrasında dün geçtiğim Horma Kanyonu’nun çıkışının (aslında girişinin) yanında geçtim. Pınarbaşı’na indim. Ana yola ulaşıp  Azdavay istikametine doğru sola döndüm. 10 km.’lik  yokuşum başlamıştı.  İnişle birlikte Azdavay’ın merkezine girip karnımı doyurdum. Yerin adı “Bolkepçe Lokantası”ydı. Tam bir geleneksel lokanta adı :)

Geriye döndüğümde bu sefer de 5 km’lik zorlu bir yokuş beni bekliyordu. Dura dinlene çıktım bu yokuşu da. Çatak Kanyonu Seyir Terası’nın girişine kadar Tito’yu da götürdüm. Bazı yerlerde ben de onu taşıdım ve seyir terasına ulaştım. Giriş ücreti 6 liraydı. Galoş giyip cam platforma çıktığımda yeniden heyecan başladı benim için. Ayaklarımın altında cam vardı ve gerçekten kendimi tedirgin hissediyordum. Manzara ise muhteşemdi. Panoramik Çatak Kanyonu manzarası büyüleyiciydi. Beni büyüleyen diğer şey de ayaklarımın altında gördüğüm (daha doğrusu göremediğim) şeydi ve  yürüyüşümü de etkiliyordu. İstemsizce camın altında gördüğüm metal parçaların üstünde yürüyordum. Daha sonra başka kişilerin de benim gibi metal kısmın üstünde yürümeye çalıştıklarını fark ettim. Yalnız değildim.  :)  

Girişteki kantinde çay içip sularımı tazeledim ve inişe geçtim. Saat olarak biraz geç kalmıştım ama bir şekilde geç de olsa ulaşabileceğimiz düşünüyordum. İnip sola döndüm ve Azdavay’dan Şenpazar’a giden tâli yola girdim. Yol çok keyifli bir şekilde ilerliyordu ve yine yükseliyordu. Önümde 2 çıkış vardı ve sonundaki inişle birlikte Ilıca’ya varacaktım. Yolda, uzakta geçen arabaya ısrarla havlayan 2 köpek irisi gördüğümde, nasıl olsa bana da havlarlar diyerek değişik bir taktik izledim. Bisikletten indim. Yürüyerek yanlarına yaklaşırken konuşmaya başladım. Ne kadar güzel köpekler olduklarından, sürüyü korumaları gerektiğinde, onların işlerinin de zorluğundan… Konuşup durdum. Onlar da hiç ses çıkarmadan bana baktılar. Güvenli bir uzaklıkta tekrar pedallara asıldım. İlk defa böyle bir şey yapmıştım. Köpekler çok küçük olmadığı için bir de bu yöntemi denemiştim. Çalışmıştı. :)

Koluma düzen ilk damlada işin vehametini henüz kavrayamamıştım doğrusu. Yükselirken, bulutların toplandığını görmüştüm ama konduramamıştım yağmura… Ama gözümün yaşına bakmadı ve yağmaya başladı. Aslında kask kılıfından ayakkabı kılıfına kadar yağmura karşı tüm malzemelerim vardı ama hava durumuna bakıp bugün yanıma almamıştım. Yağmurun, yarın, Safranbolu’ya dönerken yağacağını düşünüyordum. Ben böyle düşünürken yağmur arttı. Biraz ıslanacağım diye düşündüm. Bir anda yağmur daha da arttı. Bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Hemen yol kenarında ağaç altına sığınmaya çalıştım ama çevrede öyle şemsiye görevi görecek büyüklükte ağaçlar da yoktu. Ve daha kötüsü yağmur bir anda doluya dönüştü. İki gün öncesinde İstanbul’da yağan dolu Küre Dağları’nda beni bulmuştu. İlk defa bu şekilde doluya maruz kalıyordum. Dolu öyle fazlaydı ve büyüktü ki tam anlamıyla taşlanıyor gibiydim. Allah’tan kafamda kaskım vardı. Yoksa sırtıma, enseme, bacaklarıma gelen dolu parçaları kafamda yaralanmalara sebep olabilirdi. (Kaskın böyle bir faydası da var. Sizi doludan da koruyor. :) Soranlara artık bunu da söyleyeceğim. :) )Ciddi ciddi canım yanıyordu ama hâlâ durmuyordu. Ağaçların yaprakları yere dökülmüş, küçük dalları kırılmış ve yolun üstü buzla kaplanmış, bembeyaz olmuştu. Bu kadar kötünün ardından en kötüsü de hava aniden soğuduğu için yağmurdan sırılsıklam olan ben soğuktan titremeye başlamıştım. Dolu dursa da yağmur durmadı. Uzun bir süre devam etti. Ben ıslak ve titrek bir halde ne yapacağımı düşünüyordum. Aklıma bir gün önce kaldığım yerin sahibinin telefonunu kaydettiğim geldi. Kendisinden yardım istemeyi düşündüm çünkü bu halde daha fazla ilerleyemeyecektim. Telefonu elime aldığımda, ellerim titrediği için açamadım. Yağmur yağıyor, alakasız ekranlar bir açılıyor bir kapanıyordu. Kendimi çok çaresiz hissettim. Yoldan bir iki araç geçiyordu ama yardım isteyecek kadar kendimde bile değildim açıkçası. Biraz aşağılara doğru ineyim dedim. O soğukta sırılsıklam yokuş inmek pek eğlenceli bir şey değildi. Bisikletin üstünde daha da fazla titriyordum. Kendimi zorlayıp biraz daha aşağıya indim. Nefesimi hızlandırıp kendimi ısıtmaya çalışıyordum ama nafile… Bir noktada durdum. Telefonun çektiğini görünce kaldığım yerin sahibi Suat Bey’i aradım. Telefon açıldı. Kendisine yağış altında kaldığımı ve beni alıp alamayacağını sordum. “Sen aramasan da ben az sonra yola çıkacaktım zaten.” dedi. Sadece ne taraftan geldiğimi sordu. Gördüğüm en son levhadaki yer adını (Nalbantoğlu) söyledim. Konum da göndereceğimi söyledim telefonu kapamadan önce ama o konum hiç gitmedi. Çünkü telefon bir daha çekmedi. :( Yağış hafifledi. Yol kenarında beklerken bir araç yanaşıp yardım edip edemeyeceğini sordu. Kendisine teşekkür edip almaya gelen olduğunu söyledim. Beklemeye başladım. Telefon tekrar çekmediği için iletişim de kuramıyordum Suat Bey’le. Bu arada da karşı tepelere yıldırımlar düşüyordu. Bir süre bekledikten sonra inişe devam etme kararı alıp tekrar bindim ama pedal çevirmeden ve buzdan kaymamaya çalışarak dikkatli bir şekilde iniyordum. Soğuğu da iliklerime kadar hissederek… Birden aşağıdan gelen Suat Bey’in aracını görünce sevindim. O da beni görüp hemen durdu. Birini gördüğüme uzun zamandır bu kadar sevinmemiştim. 😊 Aracın arka koltuğunu yatırıp Tito’yu yerleştirdik. Ön koltuğa oturduğumda kaloriferi çoktan köklemişti. :) Uzun bir zamandır böyle bir afet görmediğini, aklına da ilk benim geldiğimi söyledi. “Aramasaydın da zaten yola çıkacaktım” dedi. Kendisine çok teşekkür ettim. Gidene kadar arabanın içinde ısınıp kendime geldim. Akşam, duşu en sıcak suyla alıp kendimi ısıtmaya çalıştım.

Ertesi gün için kuru hiçbir şeyim kalmamıştı. Hem üstümdekiler hem kurusun diye astıklarım hem de ayakkabım sırılsıklam olmuştu. Tek kuru şeyler dün yanıma nasıl olsa gerekmez diye almadığım yağmurluk vs. kalmıştı. Dolayısıyla dönüş etabını iptal etmek zorunda kaldım. Suat Bey’den beni Pınarbaşı’na bırakmasını rica ettim. Minibüsle de Safranbolu’ya döndüm. Aklımda, ürperten yükseklikler, muhteşem manzaralar ve dolu altındaki titreyişim kaldı.

Bu maceranın (da) sonu…

 

Mesafe : 53,43 km

Yolda Geçen süre : 5:35 sa

Ortalama hız : 9,5 km/s

Maksimum Hız : 59,5 km/s

Yükseklik Kazancı : 1.604 m.

Yükseklik Kaybı : 1.180 m.