Evden Eve Batı Karadeniz Turu – İstanbul-Samsun (30 Ağustos-7 Eylül 2012) - 1.gün

Merhaba,

Yolda olmanın verdiği özgürlük duygusu mu, hedefe varmanın verdiği başarma hissi mi, sevdiklerinden ayrılıp sonra da kavuşmanın verdiği önce burukluk sonra da sevinç mi ? Yoksa bunların tümünü aynı anda yaşamak mı ? Önce hayalini kurduğum, yapıp yapamayacağımı tarttığım, zaman, para ve cesaret bulduğumda da planladığım şeyleri hayata geçirdiğim, yoldayken aileme tedirginlik verdiğim :), anneanne ve babaannemden her seferinde “Bir daha yapma”ları duyup onları kızdırmak :) pahasına bir daha yaptığım turlar…

Bu sene önce antreman niyetine tek günlük Güneyköy üzerinden Yalova-Termal gezisi ve ardından (biraz da bu tura hazırlık amacıyla) Mayıs başında 2 kişi yaptığımız Safranbolu-Amasra-Zonguldak-Safranbolu turu asıl turun hayalini körüklemişti. Turu hayal ederken gözümde de büyütüyordum ama Safranbolu-Amasra-Zonguldak turundan sonra cesaretim de yerine gelmişti. ‘Artık yapabilirim’ diyordum kendi kendime. Ama o turdaki yol arkadaşım Uğur, sarf ettiği efordan sonra yokuşların kendisine fazla geleceğini söyleyerek başka bir rota önerdi: Keşan-Selanik-Keşan. Hem düz hem de farklı bir rota. Aslında çok da cezbediciydi ama özellikle mali durumları fazlaca planlayamamamızdan dolayı katılamayacağımı bildirince (bu turdaki yol arkadaşım Fatih de aynı şekilde) seneye yapalım dedik. Farklı bir alternatif de ortaya konmayınca ben yine hayal ettiğim tura yönelmiş oldum. …İster istemez değil... İsteye isteye…

Haydarpaşa-Adapazarı treni seferden kaldırılınca, aslında sabah treni ile Adapazarı’na gidip oradan başlayacağınız turu evden başlatmaya karar verdim. Samsun’lu olduğumdan ve Samsun’da da bir yazlığımız olduğundan (annem ve babam yazı orada geçirirler ve kızım da bir süre orada kalır) Bostancı’daki evimizden (Fatin’in de evi Bostancı’da) pedala basmaya başlayıp Samsun’a kadar devam etmeyi planladım. Bisikletleri de tur sonunda yazlıkta bırakıp daha sonra araba ile gidip alıp getirecektim. Otobüsle taşımayacaktım. Tur sonundaki dönüşümüz de (zamanımız az olduğundan) uçakla olacaktı. İş yoğunluğundan turu planladığım halde ne zaman çıkabileceğimizi bir türlü netleştirememiştik. Yine yoğunluktan bisiklet ve eşyaların hazırlanması da son güne kalmıştı.

1. Gün : 30 Ağustos 2012 – İstanbul Bostancı-Adapazarı

Sabah erken vakitte yola çıkmak için çantayı bir gece önceden hazırlayabilmiştim. Normalade daha erken hazırlayıp eksiğim var mı diye kontrol ederdim tekrar tekrar. Bu sefer çantayı doldurup eksik olmasın diye dua etmiştim. Mevsimin dönmeye başladığı dönemde olduğumuz için sadece ince kıyafetler değil gerektiğinde ısıtacak kıyafetlere de ihtiyaç vardı. Yani tedbirli olmak adına sonradan hiç kullanmayacak bile olsam epeyce bir kıyafeti de yanıma almıştım. Fatih de öyle… Hatta SPD’m her ne kadar yürümeye diğerlerine göre daha elverişli olsa da akşamları rahat etmek için yanıma spor ayakkabı da almıştım.

Adapazarı’na kadar yaklaşık 140 km’lik yolu direkt E-5’in yoğun trafiğinde geçmektense önce sahil yolundan, kısa bir süre E-5’ten ve Eskihisar’dan arabalı vapura binerek, Yalova-İzmit yolu üzerinden geçmeyi planlamıştım. Hatta devamında da yine E-5’ten devam etmeyip Sapanca gölünü güneyinde gitmeyi düşünmüştüm. Bu yolu seçmemin sebebi İstanbul-İzmit arasındaki yolun yoğunluğundan ve bazı yerlerdeki eğiminden uzaklaşmaktı. İzmit’te yol yine E-5’e (yeni adı D100) bağlandıktan sonra ise E-5’in geniş emniyet şeridinden devam etmekte bir sakınca görmedim.

Eskiden arabalı vapurda yaya muamelesi görerek 3 TL’ye geçiyorduk ama sanırım özelleşmenin yan etkisiyle bisikletin trafikte olmasa bile bu tür ortamlarda ‘adamdan’ sayılması ve ayrıca bilet alınması durumu ortaya çıktı. Yani artık daha pahalıya geçiyoruz.

Gün Adapazarı’na kadar aslında hiç ilginç değildi ama sonunda Sapanca Gölünün akşam vakti o güzel görüntülerini sunacaktı. Hafif bir rampanın ardından Uzuntarla’daki petrol istasyonunda çay molası verirken yanımıza, oranın sahibi olduğunu sonradan öğrendiğimiz, bir arkadaş yaklaştı ve sohbete başladık. Bisikletçileri ne kadar sevdiğinden, onlara ne kadar yardımcı olmaya çalıştığından bahsetti. Yurt dışından turculara (tabi yerlilere de :) ) epeyce yardımcı olup gerektiğinde duş ve kalacak yer de sağlıyormuş. Kendisine bisikletçilere verdiği destekten dolayı teşekkür ettik. Tabi çaylarımız da bedavaya geldi. :)

İyi ki erken yola çıkmışız çünkü Adapazarı’na girdiğimizde artık gece olmuştu. Önce yemek işini halletmeye çalıştık ki yer bulduğumuzda tekrar çıkmamız gerekmesin. Yemeği de ev yemeği formatında yedik. Bu kararımız çok olumlu sonuç verdi ve çok şey yememize rağmen rahatsızlık hissetmedik.

Biz önceden antreman yapmaya genelde fırsat bulamadığımız için her turun ilk gününü antreman olarak adlandırıyoruz. Bu turun da ilk günü 145 Km’lik oldukça düz bir parkurda geçen bir antreman oldu. :)

Rota : İstanbul(Bostancı)-Sahilyolu-Tuzla-Eskihisar-Karamürsel-İzmit-Adapazarı

VDO MC 2.0 verileri :

Çıkış : 08:00

Varış : 20:45

Mesafe : 145,88 km

Pedal çevrilen süre : 08:11 Saat

Ortalama Hız : 17,82 km/s

En yüksek hız : 53,52 km/s

Yol Notu : Adapazarı’nın içindeki bir tabeladan “İnsana değer veren dernekler federasyonu”

İnsan, ister istemez, “Bu federasyonun kapsamında olmayan hangi dernekler var acaba ?” diyor. :)







2. Gün : Adapazarı – Akçakoca

145 km’lik antrenmanımızdan sonra ertesi gün kalkmak biraz zor olmuştu doğrusu. Kahvaltımızı sağlam tutup bisikletlerimiz hazırlamak için arkadaki otoparka çıktık. Kısa bir bagaj düzenlemesinden sonra artık yol için hazırdık. Tabi hem yorgunluktan dolayı geç kalkmamız (daha doğrusu benim geç kalkmam, Fatih her zamanki gibi erkenciydi ve beni uyandırmıştı) ve kahvaltıyı biraz uzatmamız yola çıkışımızı da geciktirmişti.

Artık turun gerçek başlangıcındaydık. Adapazarı’ndan kuzeye, Karadeniz’e doğru yol alacak ve kıyıya varınca deniz kıyısından Akçakoca’ya doğru ilerleyecektik. Yolun çok büyük bir kısmının düz olduğunu biliyordum ama çıkışta bu kadar düz ve beton asfalt bir yolla karşılaşacağımı hayal etmemiştim. Fatih’e takılıyordum sürekli. ”Tam senin sevdiğim yollar.” diye. Çünkü o, önceki turlarımızda, asfaltın tüm değişimlerini fark eder ve dişli asfalta denk geldiğimizde şikayet etmeye başlardı.  Yolun kenarında çok geniş bir emniyet şeridi, mısır tarlaları ve yok denecek kadar az bir trafik… Sabah güneşinde mısır tarlalarının görüntüsü muhteşemdi. İleride yolun kıyısında Poyrazlar gölü levhasını gördük. Sola içeriye baktığımızda da Poyrazlar gölü belli belirsiz görünüyordu. Yolda Sakarya Nehrinin de üzerinden geçtik. Yavaş yavaş akıyordu, sanki “Uzun yoldan geliyorum. Yorgunum. Bana dokunmayın.” der gibi…

Ferizli’ye yaklaştığımızda yolun bu bölümündeki tek yokuşlu kısmı geçtik. Ben Fatih’e hem yolun düz kısımlarında hem de burada, “ilerideki” muhteşem yokuşlardan söz ederek “Bu daha ne ki.” diyordum.

Karasu’ya vardığımızda bizim için yemek zamanı olmuştu. Daha önceki turlarımızdan edindiğimiz en önemli tecrübelerden biri, bu tür turlarda, yemek zamanını fazla atlatmadan bir şeyler yemenin gerekliliğiydi. Çünkü enerji seviyesi düşmeye başladığında ilerlemeniz de o derece güçleşiyordu. Geçen senelerde seyrettiğim bir bisiklet turunda (ya Cumhurbaşkanlığı Bisiklet turu ya da TDF) yorumculardan birinin “Ne kadar yerseniz o kadar gidersiniz.” sözü hem çok hoşuma gitmiş hem de beni oldukça düşündürmüştü. Çünkü “Nasıl olsa fazla kilom var. Fazla yemezsen enerjimi harcamış olurum.” diye düşünürken, hem bu yorumu duymak hem de bir günübirlik turda, yemek yemeden yola devam ettiğimde, normalde çıkabileceğim bir yokuşu çıkamadığımı fark etmek beni oldukça şaşırtmıştı.

Karasu’nun şehir merkezini gösteren tabelasına yöneldik ama bu yönde yemek yiyebileceğimiz uygun bir yer bulamadık. Çünkü çarşı içine girmiştik ama bizim aradığımız özellikteki yerler tam aksi istikamette deniz kıyısındaydı. Kıyıya gittiğimizde Fatih’e Karadeniz’i gösterdim ve şöyle dedim. “İşte Karadeniz. Bundan sonra solda hep Karadeniz. “ Yemek işini, daha sonra bunda epeyce pişman olacak şekilde, düşündüğümüzden daha fazla yiyerek hallettik.

Kocaali’yi geçerken bilindik marka petrol istasyonlarından olmayan bir istasyonda mola vermek üzere durduk. Aslında aradığımız çaydı ama ortalıkta kimse görünmüyordu. Daha sonra ilgili olduğunu düşündüğümüz bir kişi ile karşılaştık. Bizi oldukça sıcak karşıladı. Turla ve bisikletlerle ilgili soru sordu. Çay olup olmadığını sorduğumuzda da şu an demlendiğini az sonra verebileceğini söyledi. Bu arada da sohbet başladı. Galatasaraylı yönetici Abdurrahim Albayrak’ın kendisinin yeğeni olduğundan girdi (adı Musa Albayrak’mış) Bolu Dağı tüneli yapımı sırasında çıkan suyun kesilebilmesi için gerekli betonu üretmek üzere sahildeki kumlardan kamyonlarcasını gönderdiğini, bu iş için epeyce kamyon kiraladığını, bu kamyonlar için akaryakıt gerektiğinden ve işi büyüteceğinden akaryakıt bayiliğine başvurduğunu, şu ara kontrat yenileme dönemi olduğu için de kapalı olduğunu anlattı. Tabi tüm bu muhabbet sonunda da çay çoktan demlenmişti. : ) Çayları içtik, muhabbete devam ettik daha sonra da müsaade isteyip yola çıktık. Düşündüğümüzden daha uzun bir mola olmuştu. Dümdüz uzanan yolun kenarlarında yapım çalışmaları vardı yer yer ama bizim için sorun yoktu. Bisikletforum’da daha önceden okuduğum bir tur yazısında yolun Akçakoca’ya yaklaşan son kısımlarında düz yolun sona erip yokuşların başladığından söz ediliyordu. İşte tam bu kısımlar başlamıştı. 2 gündür dümdüz (kısa ve yormayan rampaları dikkate almadan) uzanan yolların sonunda artık Batı Karadeniz’in dar, virajlı ve rampalı yolları başlamıştı. Kısa süreceğini biliyordum ama “Artık yollar başladı” diyordum kendi kendime. “İşte Batı Karadeniz…”

Zaman zaman fındıklıkların, zaman zaman evlerin, tarlaların, ağaçların arasında geçen yok yokuşları ve inişleriyle oldukça keyifliydi. İki günün yol atmosferi bir anda değişmişti.

Yine hava kararmıştı ama Akçakoca’ya da varmıştık. Kalacak yer bulmak için sahil boyu devam ettik. Uygun bir yer bulunca da önce duş aldık. Sonra da yemek için dışarı çıktık. Akçakoca sahilindeki yol oldukça hareketliydi. Gün ortasında Karasu’da yediğimiz yemek o kadar fazla gelmişti ki akşam yemeğinde makarna yemeyi teklif ettim Fatih’e. O da fikrimi beğendi ama yanına marketten aldırdığı ton balığını da açtırmayı ihmal etmedi. : )

Rota : Adapazarı-Akçakoca

VDO MC 2.0 verileri

Çıkış : 09:15

Varış : 20:00

Mesafe : 105,19 Km.

Pedal çevrilen süre : 06:14 saat

Ortalama Hız : 16,83 km/s

En yüksek hız : 46,10 km/s

Yol Notu : Yolda bir çok levha gördüm. “Akaryakıt istasyonu 5 kilometre ileride”. “Lokanta 1 kilometre ilerinde”, hatta Doğu Karadeniz’de “100 Metre geride” vb. Ama ilk defa yolda şu levhayı gördüm : “Nalbur 1 Km.” :)


3. Gün Akçakoca-Zonguldak

Sabah kahvaltısının ardından, kaldığımız otelin önündeki kaldırımda bisikletlerimizi hazırlayarak, yola koyulduk. Akçakoca’nın çevreyoluna çıkarken bölünmüş yolda yokuş çıkmaya başladık ama deniz kenarına inen yol yine beton asfalt ve düz bir şekilde devam ediyordu. Fatih’e sürekli ileride çok sağlam rampalar var dedikçe yol inadına dümdüz devam ediyordu sanki. Alaplı’ya doğru yaklaşırken ileride tünel girişini gördüm. Daha önce bu yollardan araba ile geçmiştim ama o zamanlar bu tüneller henüz yapım aşamasında bile değildi. : ) Tünelin içine girdiğimizde oldukça güzel aydınlatılmış olduğunu görüp rahat rahat pedal çevirmeye başladık. Doğu Karadeniz turumda bolca tüneli zifiri karanlıkta geçmek zorunda kaldığım için tünellere temkinli yaklaşıyordum. Ama buradaki tüneller yol kenarı emniyeti açısından da oldukça iler seviyedeydi. Tünelin içinde durup (bisikletleri kaldırıma çıkarıp) fotoğraf çektik ve tenha trafikte tünel içinde video çekimi yapma fırsatı buldum. Sonradan fark ettik ki bir tünel biterken diğeri başlıyordu. İki ayrı grupta dörder tünel vardı ve en uzunu 630 metrelikti.

Alaplı’yı hızlıca geçip Ereğli’ye vardık. Artık yemek zamanıydı. Şehir içindeki yoldan devam ederken kenarda Dominos pizzayı görünce ne yesek krizimiz sona erdi. Şöyle tam karışık büyük boy biz pizza iyi fikirdi. Önden de bir çorba içtik ve ben yine bir gazete buldum. : )

Yemek sonrası çay zamanını deniz kenarında bir çay bahçesinde geçirdik. Manzarası çok güzeldi. Çay da güzel olunca çok keyifli oldu. Fatih’e Cehennemağzı Mağaraları’na gideceğimizi söyledim. Mağara lafını duyunca Fatih de meraklandı. Böylece ana yoldan ayrılıp sahil yoluna devam ettik. Cehennemağzı Mağararı Ereğli’nin kenar mahallesi denebilecek bir yerdeydi.

Eşimle yaptığımız (arabayla) Batı Karadeniz turunda Ereğli, Zonguldak ve Sinop çevrelerindeki mağaraları da dolaşmıştık. Cehennemağzı mağaraları da bunlardan ilkiydi. Efsaneye göre, bu mağaralar Yeraltı Tanrısı Hades’in ülkesine giden kapıymış. Kapının önünde de 3 başlı Kerberos adlı bir köpek dururmuş. Şu an mağaranın çevresindeki eğrelti otları bu köpeğin ağzından çıkan salyalardan oluşmuş. : ) (Bu arada Windows NT işletim sisteminin güvenlik altyapı protokolünün de adı Kerberos : ) )

Bisikletleri girişteki gişenin yanına kilitledik ve mağaraları dolaşmaya başladık. 3 ayrı mağarayı dolaşmamız 45 dakika ile 1 saat arası sürdü. Geri dönüp yola devam ettik. Artık Zonguldak’a giden ana yola değil, Kandilli Gökçebey istikametine devam ediyorduk. Bu yolun özelliği hem dar hem de oldukça yokuşlu olmasıydı. Ama en güzel tarafı çevresinin yeşilliğiydi. Günün büyük bölümü dümdüz ve beton asfalt yollarda geçtikten sonra başlayan yokuşları görünce Fatih’e seslendim : “İşte yokuşlar başladı. ” Ama ne başlamak. Yol belirli bir yüksekliğe çıkıp sonra inişe geçiyor ve sonra tekrar çıkıyordu. Ulaşacağımız köyleri uzakta görüyor ama varmak için çok fazla yol kat ediyor çok fazla yokuş inip çıkıyorduk. Keşkek Köyünden sonra Kandill’ye girdik. Bu arada suyumuz bitti. Bir köy bakkalı bulduk fakat bakkalda sadece büyük damacana su vardı. Susuz kaldığımızı anlatınca bakkaldaki kız eve kadar gidip bize su getirdi sağ olsun. Çikolata-gofret takviyesinden sonra yola devam edip Türkiye Taşkömürü Kurumu Armutçuk İşletmesinin hemen yanından yolumuza devam ettik. Yanımızda, zaman zaman ya grizu patlaması ya da başka sebeplerle oluşan göçük ve altında kalanlarla aklımıza yer eden kömür madenlerinden biri vardı. Oralardan geçerken hep aklıma gelir yüzlerce metre altımızda tünellerde nice zorluklarla çalışan maden işçileri.

Armutçuk işletmesinden sonra yol kesme taştan bir yokuşa sarmaya başladı. O ana kadar yokuşlarda sürekli kilitlediğimiz amortisörleri burada açarak tırmanmaya başladık. Yoldaki taşlar o kadar sarsıyordu ki başka çaremiz yoktu. Gökçebey’e varabilmek epeyce uzun sürdü. Telefondaki haritaya her bakışımızda ana yoldan hala çok uzakta olduğumuzu görüyorduk. Yol hakkında bilgi aldığımız herkes ileride uzun bir rampanın bizi beklediğini söylüyordu. Rampalı yoldan geç de olsa ana yola çıktığımızda Ereğli-Zonguldak yolunun da en yüksek yerinde olduğumuz fark ettik. Önümüze uzun bir iniş vardı. Ama asıl inişe geçmeden bir şeyler atıştırmak için yer aradığımızda yol kenarında küçük bir yapı ve tabelasında da “Ayşe Teyze” yazısını gördük. Bir çay içmek için durduk ama ev yapımı kek ve çörekleri görünce dayanamadık. Orada garsonluk yapan genç, ailenin oğluydu. Sohbetimiz sırasında adının Onur olduğunu ve daha önce Antalya’da turizm işinde çalıştığını öğrendik. Sohbet epeyce uzadı. Güneş artık iyiden iyiye kaçmaya başlamıştı. Önümüzde uzun bir iniş vardı. Yola koyulduk. Yol sürekli indiğinden ve yapım çalışmaları sebebiyle bir şerit araç trafiğine kapalı olduğundan –ki biz bu kapalı yerden devam ettiğimiz için gayet rahattık- fazla hızlanmamak için ellerimiz sürekli frendeydi. Bu tür uzun ve hızlanmaya çok müsait inişlerde hidrolik disk frenin dozunu ayarlamaktaki rahatlık bize büyük bir konfor sağlıyordu. Zonguldak’a yaklaşırken hem hava kararmış hem de yok gidiş geliş şekline dönmüş üstüne üstlük de çok yoğun bir hal almıştı. Farlarımız bize bu hava ve yol şartlarında çok yardımcı oluyordu ama yoğun trafikte çok dikkatli olmak zorundaydık. Mola için durduğumuz yere kısa sürede onlarca araç geldi. Bir düğün organizasyonu vardı. İnsanlar bize garip garip bakıyorlardı. : ) Su almak için birini aradım ama ortalıkta garson formatında kimse yoktu. Sonunda bir kişi beni daha uzakta bir yere yönlendirdi de su alıp yola devam edebilir hale geldik. Yol eski yol formatında ve tek şeritli olduğundan kenarda çok çok az boşluk vardı ve gecenin karanlığında biz beyaz çizginin üzerinde yol almaya çalışıyorduk. Deniz kenarına inip düz olarak yola devam etmeye başladığımızda da Zonguldak’a yaklaştığımızı düşünmüştüm. Ama aslında yolumuz Kozlu’dan geçiyordu. Karanlık yol yol aydınlatmaları sayesinde ışıl ışıldı. Kozlu bitimi artık Zonguldak’la aramızda bir engel kalmamıştı. Kalacak yeri daha önceden belirlemiştim. Mayıs ayındaki Safranbolu-Amasra-Zonguldak-Safranbolu turumuzda (ve eşimle beraber 2006’da) kaldığımız merkezdeki bir otele yöneldik. Yola aşina olduğum için oteli bulmak zor olmadı. Otel resepsiyonundakilere “Merhaba yine ben geldim.” dedim. : ) Fazla bisikletlilerle karşılaşmadıkları için hemen hatırladılar. Bisikletleri bırakıp yemek işini duştan önce halledelim dedik. Hemen altındaki fast food ortamına dahil olup karnımızı doyurduktan sonra odalara çekildik. Bugün de geceye kalmıştık ama yer arama derdimiz olmadığı için şanslıydık.

Rota : Akçakoca-Zonguldak

VDO MC 2.0 verileri

Çıkış : 09:00

Varış : 20:45

Mesafe : 98,09

Pedal çevrilen süre : 06:29

Ortalama hız : 15,10

En yüksek hız : 55,12

Ortalama eğim çıkış : % 4

En yüksek eğim çıkış : % 17

Ortalama eğim iniş : % -4

En yüksek eğim iniş : % -14

4. Gün : Zonguldak-Amasra

Zonguldak’ta, artık müdavimi olduğum otelin çatı katında veriliyordu kahvaltı. Manzara olarak da tüm liman ayaklarımızın altındaydı. Açık büfeden esaslı bir kahvaltı yaptıktan sonra yola çıkma vakti gelmişti. Normal rotamız Kilimli-Filyos üzerinden devam edecekti -ki ben bu rotayı Mayıs başında Amasra-Zonguldak şeklinde geçmiştim- ama Fatih’in Cehennemağzı Mağaraları’na gösterdiği ilgiyi ve aldığı keyfi gördükten sonra rotayı Gökgöl’e çevirdim. Daha sonra da Çaycuma üzerinden Bartın ve Amasra’ya... Daha önceki turdan tecrübeliydim. Gökgöl Mağarası 09:00’da ziyarete açıldığı için acele etmeye gerek yoktu. Zonguldak’tan çıkış yavaş yavaş yükseliyor yeşillikler arasından devam ediyordu. 5 Km. sonra çıkarken solda, yolun hemen kenarındaydı Gökgöl. İlk olarak yıllar önce eşimle yaptığımız (arabayla) Batı Karadeniz turu sırasında ziyaret ettiğimiz, o vakte kadar gördüğüm gezi mesafesi en uzun olan mağaraydı. Muhteşem bir girişi ve içeride muhteşem güzellikler ve çok büyük hacimler vardı. Bisiklet farımı da yanıma almıştım ki daha önce de yaptığım gibi mağaradaki lambaların aydınlattığı alanlar haricinde karanlıkta kalan yerleri de görebilelim. Gökgöl Mağarası’nın, 5.000 metreden uzun olmasına rağmen, 1875 metresi gezilebiliyor. Ayrıca ana kolun haricinde sarkıt ve dikitlerin olduğu galerilere çıkan ara yollar da bulunuyor. Mayıs başında geldiğimizde taban suyu oldukça yükselmiş ve yer yer yürüyüş yolunu kaplamıştı.

1 saat civarı süren mağara gezisinden sonra yola koyulduk. Yol 15 km. kadar tırmanıyordu ama bu tırmanışın ortalama eğimi çok yüksek olmadığı için insanı bezdirmiyordu. Çıkışta zaman zaman su molaları veriyor ve fotoğraf çekiyorduk. Tırmanış bir tünelle sonlanıyordu. Tünelin ortasından itibaren iniş başladı. Artık uzun ve geniş bir yolda inişe devam ediyorduk. Yol boyu benzin istasyonlarında mola veriyorduk. Hatta bir molamızda Zonguldak’a doğru inen bir bisikletli gördük ama konuşamadık. Uzun inişimiz eğimin azalması sonlandı ve düz devam etmeye başladık. Çaycuma’ya yaklaştık. Daha önceki turdan aklımda Gökçebey ayrımına yakın mola verdiğimiz bir restoranda içtiğimiz Tavuk çorbasında kalmıştı. (Aslında tavuk suyu çorba sevmem ama bu hem farklıydı hem de tavuk suyu değil tavuk çorbasıydı.) Sırf çorba içmek için taa Gökçebey ayrımına kadar ters istikamette devam ettik yola. Aslında Devrek-Bartın yoluna vardığımızda sola dönmemiz gerekiyordu ama çorba içmek uğruna sağa dönmüştük. Fatih de birkaç gündür hastalık emareleri gösterdiği için çorbanın ona iyi geleceğini düşünmüştüm ama hayal kırıklığına uğradım. Çünkü ben tavuk çorbası sürekli var sanırken öyle olmadığını gördüm. Sonuçta karnımızı başka yemeklerle doyurduk ve onlar da lezzetliydi ama fazladan yol almamıza rağmen istediğimizi bulamamamıza üzülmüştüm. Oysa Fatih’e de o kadar reklam yapmıştım. :(

Aynı yoldan geri dönerek Bartın’a doğru yolda devam ettik. Karnımız da toktu ve iyi basıyorduk pedala ama karşı rüzgar epeyce zorluyordu düz yolda. Bartın’a akşam üstü vardık. Hedefimizde Amasra olduğu için durmadan devam ettik. Ana yoldan Amasra’ya döndüğümüzde ise çoktan güneş gitmiş ardında kısa süre sonra kaybolacak ışıklarını bırakmıştı. Pazar gününün akşamı olduğu için tek şeritli dar ve virajlı yolda trafik oldukça yoğundu. Tüm ışıklarımızı yaktık ve dik yolda tırmanışa başladık. Yolun kenarında bisiklete uygun bir boşluk olmadığı için yolu araçlarla paylaşıyorduk. Yolun 9-10 Km.’si çıkış 6 Km’si de inişti. İnişe bir başlasak tamamdır diyordum ama hem gecenin soğuğu hem yoğun trafik hem yokuş bizi oldukça zorluyordu. Karşıdan gelen araçların farları gözümü aldığı için de yolu görememeye başladım. Bir süre sonra karşıdan araba gelmemesine rağmen hala yolu göremediğimi fark ettim. En beklemediğim şey olmuş ve ön farımın pili bitmişti. Nasıl olsa az kaldı diyerek ve pili değiştirmeye üşenerek yola devam ettim ama önde olduğum için oldukça zorlanıyordum. Fatih’in Kuşkayası yol anıtını da görmesini istiyordum ama zifiri karanlıkta görülmesi mümkün değildi. Seyir noktasından Amasra’nın ışıklarını seyredip donduran rüzgarda inmeye başladık. Dik ve sürekli dönen yolda zorluk yaşasak da hidrolik disk frenler ve tamamen açık amortisörle sorunsuz bir iniş gerçekleştirdik. Varış saatimiz 21:00’i geçmişti ve yorgunduk. Yemek işimizi Amasra standartlarının altında balıksız geçiştirdik. Fiyatını uygun bulduğumuz bir otele yerleşip duştan sonra uyku ile bütünleştik.

Rota : Zonguldak - Amasra

VDO MC 2.0 verileri

Çıkış : 09:15

Varış : 21:15

Mesafe : 119,75 km.

Pedal Çevrilen süre : 07:23 saat

Ortalama Hız : 16,20 km/s

En yüksek hız : 55,12 km/s

Ortalama Eğim Çıkış : %6

Maksimum eğim çıkış : %13

Ortalama Eğim iniş : -%5

Maksimum eğim iniş : -%13




5. Gün : Amasra – Cide

Zorlu gece sürüşünün sabahı doğal olarak yola erken çıkamadık. Cide’ye kadar mesafe fazla değildi belki ama turda artık yeni bir dönem başlamış ve kendimi gerçekten Batı Karadeniz’de hissetmiştim. Tabi bunda bir gün önce geçtiğimiz yolu daha önceki turda da geçmiş olmamın etkisi vardı. Mayıs başındaki Safranbolu’dan hareketle Amasra-Zonguldak-Safranbolu turumuzda Amasra’ya Çakraz tarafındaki yeni yoldan inip Kuşkayası’nın üzerinde bulunduğu eski yoldan geri dönmüştük. Bu turda ise eski yoldan gelmiş Çakraz’a doğru devam edecektik. Tabi yol ile ilgili merakım da artmıştı. Daha önce araba ile geçtiğimde yol tek şeritli ve oldukça dardı. Şimdi ise yol çalışmaları Amasra ayrımından Çakraz’a doğru devam ediyordu.

Amasra’dan, iyi ve manzaralı bir kahvaltının ardından, ayrılarak yokuşu çıkmaya başladık. Geçen turda aynı yokuştan inerken soğuktan tir tir titrediğimi hatırladım. Hava sıcaklığı 35 dereceden 13 dereceye inmişti. Yokuşun sonunda Amasra manzarasına son bir kez bakıp fotoğraf çektik. Sabah saatlerinde satış tezgahlarını düzenleyen insanlarla sohbet ettik. Sonra da rotayı Çakraz istikametine yönelttik. Yol ilk metrelerden itibaren kendini göstermeye başlamıştı. İnişleri de yokuşları kadar zorlu olacaktı. Yokuşun başından itibaren yol içerilere girmeye başlamıştı ve bu yokuş demekti, daha çok yokuş. Batı Karadeniz kendini böyle anlatıyordu. Eğer yol içeri giriyorsa yokuşlara hazır ol. Aslında hep vardı yokuşlar ama nedense yol ne zaman içerilere doğru giriyor ve denizden uzaklaşıyorsa yokuşlar da uzamaya başlıyordu. Yol yapım çalışmaları buralarda devam ediyor yolun bir kısmı ya mıcır dökülmüş ya toprak ya da direkt taşlık bir görüntüdeydi. İnişlerin de zorlu olmasını sebebi yolun asfalt dışındaki kaygan zeminlerinin de olmasıydı. Amotisörlerimizi her yokuş öncesi kilitliyor her iniş öncesinde de açıyorduk. Bu bize, yokuştaki enerji kaybını en aza indirmekte, inişte de yüksek hızlarda frenlemelerde veya şokların emilmesinde yardımcı oluyordu. Bu sebeple hem disk fren hem de amortisörden son derece memnunduk.

Çakraz civarındaki köylerden sürekli su takviyesi yapıyorduk. Geçtikten sonra yine bir yokuşun inişinde birden o yeri gördüm. O yer Meydan köyünün küçük kahvesiydi. Yolun hemen kenarında…

Eşimle yaptığımız, arabayla Batı Karadeniz seyahatinde, Amasra’dan sabah 06:30 civarında kahvaltı bile yapmadan yola çıkmıştık. Sadece gördüğümüz bir fırının ilk çıkan ekmeklerinden birini alarak… Sıcaklığı hala aklımda. Yolda kahvaltı için bir yer buluruz düşüncesindeydik. Bu arada sabahın ilk saatlerinde yağmur da vardı. Yolun kaygan olabileceğini de dikkate alarak yavaş gidiyordum. Meydan köyünde yolun kenarında küçük bir kahve görüp durmuştum. Eşimle birlikte kahvaltı yapıp yapamayacağımızı sormuştum mekanın sahibi olan amcaya. Zaten o küçük yerde iki kişi vardı. Birisi, sonradan köyün muhtarı olduğunu öğrendiğim mekanın sahibi, diğeri de onun ağabeyi olduğunu öğrendiğim beyaz uzun sakallı, başında yeşil bir beresi ve gözlüğü olan, uzattığı ayaklarının altında çorabının yamaları gözüken, güleç yüzlü bir amca. Başının tam üzerinde üzerindeki kıyafetle ve özellikle yeşil beresiyle tam bir tezat oluşturan kıpkırmızı bir Coca Cola posteri. Görüntü itibariyle çok ilginç görünen bu amcayla tüm kahvaltı boyunda çok tatlı bir sohbet yapmıştık. Getirdiğimiz ekmeğin yanına peynir, domates, zeytin, bahçeden yeni toplanmış domates, biber… Ve tabi ki çay… Amcayla sohbet o kadar sarmıştı ki zamanı unutmuştuk. Bize askerlikte denizci olduğundan İstanbul’a gelişinden (İstanbul’da Anadolu yakasında oturuyoruz), Samsun’dan (Samsun’luyum), eski zamanlardan bahsetti. Bizi o zamanlara götürdü. Tatlı sohbetin sonunda kendisiyle fotoğraf çektirmek isteğimizi onca ısrarımıza rağmen kabul etmedi. Biz de üzüldük ama saygısızlık olmaması için de durumu zorlamadık. Ama eşimle o amcayı, o yağmur altındaki kahvaltıyı, o köyü hiç unutmadık.

… İşte o yerdi burası. O güzel anılara sahip olduğumuz yer. Bu sefer daha kalabalıktı. Ama o iki amca yoktu. Mekanın sahibi olan amcaya benzeyen genç bir arkadaş vardı ve köyden diğerleri… Selamlaşıp durduk. Tost yapıp yapamayacağını sorduktan ve yanına çay da istedikten sonra ben konuyu açtım. Yıllar önce buraya eşimle geldiğimden, amcalardan bahsettim. Mekanın şimdiki sahibi olduğunu düşündüğüm kişi de kendisinin önceki gelişimizdeki gördüğümüz kişinin oğlu olduğunu söyledi. Tabi o yeşil bereli amcanın da yeğeni… İsmi Hakkı’ymış. Kamyoncuymuş. Amcadan ve sohbetimizden bahsettiğimde ise biraz duralayarak vefat ettiğini söyledi. Kendisi incir toplamak için ağaca çıkmış ve bastığı dalın kırılması sonucu düşmüş. Bartın’a ulaştırmaya çalışmışlar ama kurtarılması mümkün olmamış. Bana önceki gelişimize ait bir fotoğrafımızın olup olmadığını sordu. Maalesef amca istemediği için çekemediğimizi söyledim. O da bana hak verdi ve amcasının fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmadığını söyledi. Uzun sohbetin ardından yola çıkarken bu sefer fotoğrafı ihmal etmedik. (Bu sefer posta ile ben göndereceğim birer tane)

Yol sürekli köyleri birbirine bağlar şekilde ilerliyordu. Önce yokuşu çıkıyorduk sonra inmeye başlayıp ya bir köyün içinden ya da bir suyun üstündeki köprüden geçip tekrar çıkmaya başlıyorduk. Yeşil ise eylül başı olmasına rağmen ihtişamından bir şey kaybetmemişti. Geçtiğimiz köylerin kıyıları yoldan uzakta kaldığı için sürekli plaj işaretlerini veya balıkçı barınağı levhalarını görüyorduk. Bartın istikametinden gelen yol, Doğu Karadeniz’deki dolguların aksine bu sefer iç kesimlerden tünellerle devam ediyordu. Bu da bir doğa katliamı yaratsa da hangisinin daha kötü olduğuna karar veremedim. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık misali… Siz seçin yok etmek istediğiniz doğa parçasını der gibi…

Çakraz’dan Kurucaşile’ye doğru Batı Karadeniz’in bol virajlı, bol yokuşlu ve tabi ki bol inişli, bol mu bol böğürtlenli yollarında ilerlemeye devam ediyorduk. Böğürtlenler yol boyu bizim hem tatlı ihtiyacımızı karşılıyordu hem de bahaneyle mola da vermiş oluyorduk. Ama aslında sahili de hiç görmüyorduk. Yol daha içeriden gidiyor ve sadece yükseldiğimizde uzaktan bakıyorduk Karadeniz’e. Hava da harikaydı yol boyunca. İniş ve yokuşlar arasında Fatih’e ileride Gideros Koyu’nu göreceğimizi söyledim. Karadeniz’in en kapalı koyu sanki her zaman bir şeyleri gizler gibiydi. Akşam üstü artık Cide’ye 15 Km. kaldığını biliyordum ama buraya ikinci gelişimde yine görüntüsü çok hoşuma gitmişti. Yol boyunca gördüğüm heyelanların birini burada da gördüm. Karayolları metal uyarı ve koruma levhaları çakmıştı yola ama tehlikelerden çok fazla koruyacağını da sanmıyorum. Gideros’ta video çekerken Fatih’le ilerideki bir yokuş hakkında konuşuyorduk ve şöyle bir tanım yaptık : n-1. yokuş :)

Yokuşun inişi ile akşam vakti uzaktan Cide göründü. Ama artık yol düz ilerliyordu ve sorun Cide’de kalacak yer bulmaktı. Yol boyu baktığımız yerler ya uygun değildi ya da pahalıydı. Liman içinde bulduğumuz ve yol boyu reklamlarını gördüğümüz küçük otele bagajlarımızı bıraktık. Yemek için epeyce dolandık akşamın karanlığında ve salaşın salaşı bir lokantada bulabildiklerimizle yetindik.

Otele dönünce ertesi gün geçeceğimiz (daha doğrusu geçip geçemeyeceğimizi henüz bilemediğimiz) yol hakkında oteldeki görevli bayandan bilgi almaya çalıştım. Turun en zorlu etabı olacağını düşünüyordum. Amasra-Cide etabı da kısa olmasına rağmen oldukça zorluydu. İnebolu’ya kadarki yolsa 101 Km’di ve turun en “devamlı yokuşlu” bölümüydü. Eğer tamamı geçilemezse konaklama için sadece Doğanyurt seçeneği vardı yolda ve oraya ulaşmak için de 70 Km’lik kısmı geçmek gerekiyordu. Oteldeki görevli bayan bize, turcuların bu etabı, genelde, 2 günde geçtiklerini, ya Doğanyurt’ta konakladıkları ya da arada bir yerde çadırda kaldıklarını, bazılarını da bu kısmı minibüsle geçtiklerini söyledi.

Akşam duş sonrası, Cide-İnebolu arası için haritayı bilmem kaçıncı kez incelerken Fatih geldi. Ben heyecanla yarınki etaptan, zorluklarından, eğer tamamını geçemeyecek olursak Doğanyurt’ta kalabileceğimizden vs. hararetli hararetli bahsederken Fatih bombayı patlattı. “Murat eğer senin için problem olmazsa ben devem edemeyeceğim.” Aslında fazla şaşırdığımı söyleyemem. Yol boyunca hastalığı yüzünden ilaç aldığı için kendini zorlamamasını ben rica etmiştim zaten. Bu sebepten devam etmemesinin daha iyi olacağını düşündüm. O da beni yalnız bırakacağı için üzüldüğünü ama devam ederse beni yavaşlatacağını söyledi. Ayrıca yalnız pedallama konusunda rüştümü çoktan ispat ettiğimden içi de rahattı. Ben devam ettikten sonra o da Cide’den otobüsle geri dönecekti.

Turdan artık yalnız olacağım ve ertesi gün turun en zorlu etabını geçeceğim için erkenden yattım. Ne de olsa sabah erken kalkmam gerekiyordu.

Çıkış : 09:15

Varış : 20:15

Mesafe : 78,1 km.

Pedal çevirme süresi : 06:26 saat

Ortalama Hız : 12,23 km/s

En yüksek hız : 61,63 km/s

Ortalama eğim çıkış : %5

Maksimum eğim çıkış : %22

Ortalama eğim iniş : -%5

Maksimum eğim iniş : -%15





6. Gün : Cide-İnebolu

Sabah erken kalktım ve hemen eşyalarımı hazırlamaya koyuldum. Kendimce turun en zorlu etabına erken başlamak ve akşam karanlığa kalmamak istiyordum. Yol boyu kalabileceğim tek yer Doğanyurt’tu ve oraya da 70 km.’lik bir mesafe vardı. Oradan İnebolu’ya da 30 Km. Açıkçası bu turda kendim için belirlediğim, Google Maps’ten tekrar tekrar incelediğim, MayMyRide’dan kalp grafisine benzeyen eğim grafiğini çıkardığım yola başlıyordum. Sabah Fatih de beni uğurlamak için erkenden kalkmıştı (ki o hep erken kalkar). Ben bisikletle İnebolu’ya o da otobüsle İstanbul’a gitmek üzere vedalaştık. Otel merkezde limanın bulunduğu kısımda olduğu için hemen anayola bağlandım ve pedala asılmaya başladım çünkü -dakika bir gol bir- yokuş başlamıştı. Sabahın erken saatlerinde Cide’nin hoş manzaralarına baka baka çıkıyordum. Yanımda sadece su vardı. Kahvaltıyı da yolda bir köyde yapmaya karar vermiştim vakit kaybetmemek için. Yol yükseldikçe asfaltın üzeri mıcır kaplanmaya başladı. Sonunda görünmez oldu ve tüm yola dökülmüş mıcırın üzerinde ilerler oldum. Bu doğal olarak tırmanışımı 2 kat daha zor hale getirmişti. Hem yola tutunmak hem de pedala kuvvet vermek için daha fazla uğraşır haldeydim ve bu da tek bir anlama geliyordu : Daha fazla yorulacaktım. “İşte şimdi yandık” dedim kendi kendime. Bu kadar erken mi başlamalıydı zorluklar ? :)

Sabahın ışıkları denize farklı mavi tonları katarken ve ben azalan eğimin tadını çıkarmaya başlarken bu tur boyunca en fazla ürkmeme sebep olan şeyle karşılaştım. Daha doğrusu karşılaşmadım sadece sesinin duydum. Sabahın o saatinde ve yolun benden başka birilerinin olmadığı kısımlarından birinde bir yaban domuzundan geldiğini düşündüğün ve derin bir burun çekmeyi andıran, yazıya ancak “hırk, hırk” şeklinde tanımlayabileceğim sesi… Bu yaz eşim ve kızımla yaptığımız tatilde Kuşadası’nda Dilek Yarımadası Milli Parkı’na gitmiş ve plajlardan birinin arkasındaki (insanların, piknik masalarının, tuvaletlerin ve tabi ki çöplerin olduğu) yerde yaban domuzu aileleriyle karşılaşmış ve inşalardan korkmadan ortada gezinen bu hayvanları oldukça şirin ve sevimli bulmuştuk. Ama burada bu sesi duyduğumda aklıma hiç sevimli bir domuz yavrusu gelmedi. Solu denize doğru uçurum, sağı yukarıya uzanan orman ve çalılık alanda yolun ortasında görmeyi ürkek bir şekilde beklediğim büyükçe bir yaban domuzuydu ve yapabileceğim tek şey geriye dönmek olurdu. O şartlarda eğer üzerime doğru gelen bir domuzdan bu şekilde uzaklaşmaya çalışmak ne derece anlamlı olursa... Bu sesi iki kez duymama ve pedallara daha sert basmama rağmen yolda karşıma bir tanesinin çıkmadığını şükrediyorum. Tabi ki senaryoların en kötüsü geliyor aklıma. Aslında, büyük olasılıkla, o da benim varlığımı fark edip uzaklaşmış olabilir.

Aydos köprüsünden geçip Sakallı köyüne geldiğimde kahvaltı için yine bir köy bakkalı buldum. Hem yanı da köy kahvesi… Ekmek, peynir, zeytin ve domates açık büfe kahvaltımı oluşturuyordu. :)

Kahvaltı yapmak çok iyi gelmişti. Sürekli devam eden çıkışlar ve inişler için biraz enerji toplamıştım. Bu etabın sloganı da yine “Niye indim ki tekrar çıkacaksam :) ”dı. Karadeniz’in bu en sakin kıyılarında pedal basıyor olmanın büyük keyfini yaşıyordum. Kıyıları gözle takip ederek Doğanyurt’a ne kadar kaldığını hesaplamaya çalışıyordum ama Doğanyurt’u görmek mümkün değildi. Bu sebeple işimi şansa bırakmamak için yemek molasını İlyasbey köyündeki küçük bir lokantada verdim. Sonra da vakit geçirmeden yola devam ettim. İçimden sürekli tekrarladığım bir yol ölçüsü vardı. Eğer saat 16:00’dan sonra Doğanyurt’a varırsam orada kalacaktım ama önce varırsam yola devam edecektim. Bunu için hesabım şöyleydi : Ortalama 10 Km/s hızla kalan 30 km’yi 3 saatte alırsam akşam 19:00 civarında hava kararmadan İnebolu’ye varmış olurum.

Yine uzun bir çıkışın arkasından gelen dik ve uzun inişin sonunda, dağların arasındaki Doğanyurt’aydım. Gerçekten deniz tarafından görünmesi oldukça zor, dar bir kıyı şeridi vardı ve düşündüğümden daha küçük bir yerleşimdi. Tabi inerken karşı yamaca doğru kıvrıla kıvrıla çıkan yol da bana bir sonraki yokuşu müjdeliyordu. Saat 15:30 olduğundan karar çoktan verilmişti. Yola devam. Doğanyurt’taki bir marketten içecek takviyesi ve atıştırmalık şeyler aldım. Bu arada market içindeki (sahipleri ve onların tanıdıkları olduklarını tahmin ettim) bir grubun hararetli tartışmalarına tanık oldum. Konu belediye seçimleriydi ve şimdiden tartışmalar başlamıştı.

Yol yine kalp grafiği şeklinde iniş ve yokuşlarla ilerlerken Kaylan köyündeki köy kahvesinde çay molası verdim. Köyün ahalisinden bir kısım kahvede oturuyordu. Selamlaştık. Beni masalarına davet ettiler ve çayın demlenmesini beklerken de sohbet koyulaştı. Bisikletten, turdan bahsettik. Ne iş yaptığım soruldu. Klasik köy kahvesi sorularıydı ama epeyce de ilgiliydiler. Masasına oturduğum yaşlı amcanın sorunu ise unutamayacağım. İşimi-gücümü ve bu turun bir yarış olup olmadığını sorduktan sonra niye bu kadar zahmete girdiğimi daha iyi anlamak için “Ucunda mükafat var mı ?” dedi. Tabi başka türlüsü akıl işi değil ya. :) Köyün muhtarı da oradaydı ve onunla da epeyce konuştuk. İşte bu konuşmamız sırasında burada (ve buna benzer Anadolu’daki bir sürü yerde) insanların siyaset, seçim, yönetim vb. konularında ne kadar yönlendirmeye (hatta tehlikeli boyutlarda) açık olduklarını gördüm. Benin gibi, yoldan geçen bir yabancıdan bile medet umar şekilde, kime oy verilmesi gerektiği ile ilgili sorulardı sorulanlar. O an siyasi herhangi bir değerlendirme yapmanın yeri olmadığını düşünerek daha genel konularda konuşmaya çalıştım ama bu konudaki açlık da aklıma yer etti. Muhtarla yaptığımız konuşmanın özetinde şu tespit vardı kendilerince yapılan “Biz cahiliz. Bizim ağzımıza kim bir parmak bal çalıyorsa ona yaklaşıyoruz.”

Kaylan’dan ayrılıp yine yokuşlar devam ediyordu. Vakit akşam olmuşken de uzaktan İnebolu seçilmeye başlandı. İşte o zaman tamam dedim kendime. “Turun en zor etabının kazasız belasız geçtin.”

İnebolu’da hava karardı. Ben de uygun bir otel aramaya başladım. Bulduğum yerde önce duş sonra da yemek işini hallettim ve bu güzel günü bir güzel bir şekilde sonlandırmış oldum.

VDO MC 2.0 verileri

Çıkış : 07:15

Varış : 20:05

Mesafe : 108 km.

Pedal çevirme süresi : 09:01 saat

Ortalama Hız : 11,97 km/s

En yüksek hız : 53,62 km/s

Ortalama eğim çıkış : %6

Maksimum eğim çıkış : %15

Ortalama eğim iniş : -%5

Maksimum eğim iniş : -%16


7. Gün : İnebolu-Türkeli 06.09.2012

Bir gün önceki 100 Km.’yi aşan, eğim grafiği bir tanıma göre testere dişine başka bir tanıma göre kalp grafiğine benzeyen ve sayın Derya Keçeci’nin güzel tabiriyle “insanın posasını çıkaran” Cide-İnebolu etabından sonra dinlenmeyi hak ettiğimi düşünerek (!) bugünü kısa bir etapla geçme kararı vermiştim. Güne geç başlayıp erken bitirecektim. Kaldığım oteldeki küçücük ve penceresi olmayan odamın içindeki eşyalarım dört bir tarafa dağılmıştı. Toparlama işini de kahvaltının sonrasına bırakmıştım. Bisikletimi, bin bir ısrar sonucu koyabildiğim küçük odadan çıkardım ve kısa sürede yola hazır hale geldim. Sahildeki ana yola hemen bağlanıp iki adımda bir fotoğraf çekerek İnebolu’dan yavaş yavaş çıkmaya başladım. İşin doğrusu kendimi hiç zorlamadan devam ediyordum. Etrafa baka baka, kafam sürekli yukarılarda pedal basıyordum. Biraz ilerleyince yolun sağında (solu her zaman deniz :) ) dumanların çıktığı ve üstünde kuşların uçuştuğu bir yamaç gördüm. Meraklanmama rağmen yangın olmadığını anladım. Üzerinden duman tüten yer İnebolu’nun çöplerinin atıldığı bir çöplüktü. Dumanlı görüntüsünün yarattığı gizem ne olduğunu anlamamla bir anda dağıldı. İnebolu’yu çıkmadan gördüğüm Küre-Kastamonu ayrımı yepyeni tur hayalleri kurmama sebep oldu. Batı Karadeniz rotasından sonra aklımda olan başka bir rota da Sinop-Anamur rotasıydı. Sinop’tan başlayacak olsa da aslında bu ayrımdan güneye doğru yol almaya başlayacaktım. Ayrımdan geçip yeni tur hayallerimi de yanıma alarak yola devam ettim.

Yol bir gün önceye göre bariz bir biçimde “yumuşamıştı”. Yokuş ve inişler devam ediyordu ama bir gün önceki o “kırıcı” eğimler yoktu. Bugün kısa aralıklarla önce Abana, Çatalzeytin ve son olarak da Türkeli’ye varacaktım. Aralıkların kısa olması da eğlenceyi arttıracaktı. Abana’nın yakınlarında, yol kenarında, birkaç otel-motel vardı. Üstlerinde pazarlamacılara yaptıkları promosyonların olduğu bez afişler… 25 Km. mesafedeki Abana küçük ama bir o kadar da şirin bir yerleşim yeri. Açık ve sıcak olan hava ve pazarın kurulmuş olması insanların daha fazla ortalıkla olmalarının sebebiydi. Merkezdeki çay bahçesinde oturmak ve çayla beraber bir tostu mideye indirmek kaçınılmaz olmuştu. Bu arada Fatih’in yarı yoldan geri dönmesi de Samsun’dan İstanbul’a yapacağım dönüş planının değişmesine yol açmıştı. Yoldaki performansıma ve kalan günlere bakarak Cuma akşamı, en kötü Cumartesi günü Samsun’a varacağımı hesaplamıştım. Bu durumda aile ziyaretlerini de katarak Pazar sabahı dönebileceğimi düşündüm. Zaten bisikleti de Samsun’da bırakacağım için herhangi bir yüküm de olmayacaktı. Daha önce Çarşamba günü için aldığımız biletleri turu erken tarihte başlattığımız için Pazar akşamına değiştirmiştik. Şimdi ise yapmam gereken Fatih’in biletini iptal ederek akşam uçağı için olan bileti sabah uçağına almaktı. Tabi bütün bunları yapabilmem için bir internet kafe bulmam gerekiyordu. Kısa sürede buldum da… Hatta devredilmeye hazır bir internet kafe… Internet kafe sahibiyle bisiklet ve tur muhabbetlerini bilet işlerimin sonuna sakladım. İş maillerimi kontrol ettim. Sonra da bilet güncellemelerini. Pegasus’tandı biletim ve her değişiklikte para alındığını biliyordum ama ne kadardı ve bu iki değişiklik bana ne kadara mal oldu hala bilmiyorum. :)

Eşimle arabayla geldiğimizde de Abana’yı tatlı ve şirin bulmuş, “tam emeklilik geçirilecek yer” diye nitelendirmiştik. Şimdi tekrar alıcı gözle baktım. O güzel havada insanların mutlu ifadeleri, hareketlilik ama her şeye rağmen küçük bir yer oluşu ilgimi çekmeye devam etti. Hala emeklilik planları yapılabilecek bir yer olabileceğini düşünüyorum.

Çay, tost, internet kafe işleri derken yol nasıl olsa kısa diye iyice savsaklamaya başlamıştım. “Nasıl olsa giderim. Bugün yol kısa.” Bugünün sloganı buydu. Abana’yı çıkıp Bozkurt ayrımından içeriye doğru yola bir bakış atıp pedala asılmaya başladım. Zaten ilerisi Çatalzeytin… Yol ufak ufak inip çıksa da bugün sorun yoktu. Yolum kısaydı ya :) Ama yolun esas rampaları yine denizden uzak Yakabaşı, Denizbükü köyleri civarındaki çıkışlardı. Eğim haritasında bu etabın kalp atışı buradaydı. :) Daha sonra tekrar deniz kıyısına inen yol kıyıdan Çatalzeytin’e varıyordu. Daha sonra ise kıyıdan ayrılmayan yol Türkeli’nin yerleştiği burnu görmeye başlıyordu. Ben de ufukta Türkeli’ni gördükten sonra rölanti bir tempoda pedal çevirmeye devam ediyordum. O zamana kadar ne köpek ne de başka bir hayvan için yolda durup bisikletten inmiştim. Ama yolun üzerinde gördüğüm büyükbaş sürüsü hem sayısı hem de birbirlerine tos vurarak güç gösterisi yapan genç irisi bireyleriyle tehlike yaratıyordu. Bu bana İzmir Bodrum turumuzun son etabı olan Kazıklı köy rampalarından Bodrum Havaalanı’na doğru inerken karşıma çıkan bir ineği hatırlatmıştı. Sağ elimde makine ile video çekiyordum. Sol elim gidonda ve dolayısıyla ön frendeydi. İnişte çok hızlanmıyordum ama sol tarafta bulunan inek benden ürküp sağa doğru önümden geçmişti. Daha sonra, ben tam yanından geçerken tekrar ürküp benim üzerime doğru gelmesiyle ona çarpmamak için fren yaptım ve yere kapaklandım. Sol dirseğimi asfaltın taşları kesti. Dirseğimi Bodrum’a varınca Devler Hastanesi’nde diktirebildim gece vakti. İşte bu kazadan sonra yoldaki büyükbaşlara daha fazla dikkat eder oldum. Şimdi de aynı durum yaşanmaması için tepişen sığırların yanından yürüyerek geçtim. Türkeli’nin merkezinde uygun otel ararken aslında uygun otel yerine sadece otel aramamın yeteceğini düşündüm. Çünkü sorup soruşturduğumda zaten bir iki tane otel vardı. Onlar da genelde pazarlamacılara hizmet ediyordu. Merkez denebilecek noktadaki otele yerleştim. Yine otel görevlileriyle ufak bir sohbet yaptıktan sonra saat erken olduğu için enikonu duş aldım ve dinlendim. Akşam yemek için dışarı çıktığımda ufak bir tur atmayı da ihmal etmedim. Bir pidecide lahmacun yedim. Sokaklarda yalnız başıma dolaşıp otele geri döndüm ve erkenden yattım. Yarın uzun bir yolum vardı Sinop’a kadar. Ne de olsa bugünü bu sebeple kısa tutmuştum. :)

VDO MC 2.0 verileri

Çıkış : 09:45

Varış : 16:30

Mesafe : 59,21 km.

Pedal çevirme süresi : 04:27 saat

Ortalama Hız : 13,37 km/s

En yüksek hız : 52,11 km/s

Ortalama eğim çıkış : %4

Maksimum eğim çıkış : %13

Ortalama eğim iniş : -%4

Maksimum eğim iniş : -%13



8. Gün : Türkeli - Sinop 06.09.2012

Dünkü dinlenme etabından sonra turun son 2 etabı yine çetin geçecekti. Sabah kalkıp klasik bir otel kahvaltısı yapmaya hazırlanmıştım ki normalde çakma sarelle şeklinde verilen sürülebilen çikolatalı kremanın orijinal Nutella olması (ambalajı da Nutella kavanozu silüetindeydi) beni iyice uyandırdı. :) Bugün yine 100 Km civarı bir yolum vardı. Güzelkent’e kadar sahilden giden yol daha sonra içeri giriyor ve rampalar başlıyordu. Yol sürekli tatlı ve acı :) eğimlerle iyice yükseldikten ve Zaviye köyünden sonra inişe başlıyordu. Bu iniş uzun zaman sonra yaptığım en sıkı inişlerden biri olmuştu. Hem dik hem uzun hem de çok keyifli… Tevfikiye’de iki suyun birleştiği ve Karadeniz’e kavuşmak için Ayancık’a doğru akmaya devam ettiği noktada ana yol bağlandım. Ayancık-Boyabat yoluydu bu yol ve kavşak noktasında tanıdık levhalar gördüm: Eski sarı hallerini çok daha sempatik bulduğum 2 kahverengi tabelada Akgöl ve İnaltı Mağarası yazıyordu. Geri kalanıyla da ilgilenmedim zaten. Yıllar önce eşimle yaptığımız Batı Karadeniz seyahatimizde (arabayla) önce Akgöl sonra da İnaltı Mağarası’na uğramıştık. Hatta mağara henüz ziyarete açılmadan biz gezme fırsatı bulmuştuk. Mağara adını köyden (İnaltı) köy de adını mağaraya göre konumundan (“İn” in altında) almıştı. Bir tür “circular reference” durumu bana ilginç gelmişti. Mağaranın ağzı da gördüklerimin arasında en büyük boyutlu olanlardandı.

Başka bir Sinop çevresi turunda buluşmak üzere yolun sağına selam verip sola Ayancık istikametine döndüm. Aslında bir gün önce burada olacaktım ama önceki günü kısa tutunca Ayancık bugüne kalmıştı. Anayolda birkaç on metre gitmiştim ki karşı şeritte bir araba yavaşladı. İçinden bir hatun kafasını çıkarıp sadece “Çangal !” dedi. Ben söylediğini anlamadığım için “Efendim” dedim. O da daha yüksek sesle tekrarladı: “Çangal !” Araçta iki hatun vardı ve ben bir yer adı söylendiğini fark edip bilmediğimi söyledim. Tabi ana yola yola yeni çıktığımı ve geldiğim tarafta bu adda bir yer olmadığını da. Bu arada karşı şeritte olduğum için yanlarına, sağ kapıya yanaştım. Başka bir yer ismi var mı diye sorduğumda Boyabat cevabını aldım. Yola devam etmeleri gerektiğini söyledim. Bu arada sağ koltukta oturan hatunun elinde bir ipad vardı ve ben haritaya mı bakıyor diye düşünürken indirimli kıyafet satan internet sitelerinden birinin sayfasını görerek dumur oldum. :)

Ayancık’a az yol kalmıştı ama yoldaki yol ıslatma çalışması dolayısıyla hem ben hem de bisikletim çamur rengine dönmeye başlamıştık. Merkeze geldiğimde fazla zaman kaybetmeden Sinop istikametine devam ettim. Nihayet tekrar denize kavuşmuştum ama ayrılmamız fazla uzun sürmeyecekti. Hava da önceki günlere nazaran daha kapalıydı. Fakat yağmur konusunda herhangi bir tehdit oluşturmuyordu. Artık Sinop’un bulunduğu asıl büyük yarımadanın batı kıyılarını tamamen görebiliyordum. En ucu da Türkiye’nin en kuzey noktası olan İnce Burun’du. Yol ilerledikçe yavaş yavaş içerilere doğru girmeye ve çok uzun olmasa da kıvrılmaya başlıyordu. Zaten yol boyunca görmüştüm ki içeriye giren yol yokuş demekti.

Sinop’a yaklaştıkça içimde “Acaba İnce Burun’a gidebilecek zamanım kalacak mı ?” endişesi oluşmaya başladı. Çünkü daha önce oraya gitmiş bir olarak aslında Sinop’a pek de yakın sayılmayacak bir konumda olduğunu ve yolun oldukça ıssız ve stabilize (zaman zaman toprak) olduğunu biliyordum. Hava kararmadan varsam bile dönüşümün geceye kalmasını istemiyordum.

Sık ve içine fazla ışık almayan ormanların arasından geçiyordu ana yol ve çok keyifliydi. Fakat buralarda fazla mola yeri de yoktu. Yanım aldığım suyla yolun hemen kenarında verdiğim kısa molalarla devam ediyordum. Sarıkum Tabiat Parkı girişini görüp acaba oradan kısa yol var mıdır diye geçirdim içimden ama tedbirli olmak belasına ana yolu terk etmedim. Sinop’a iyice yaklaşıp artık denizi görebildiğim bir noktada Hamsilos-Akliman tarafına yönelerek ana yol ile kıyı yolunu birleştiren ve tarlaların arasından geçen yola yöneldim. Yaz –ki buralarda kısa sürer- çoktan bittiği için kıyı tamamen boştu. Yoldan geçen birkaç kişiye İnce Burun’a olan mesafeyi surdum. Kimi 5 Km. dedi kimi 15 km. güvenemedim. 5 km olmayacağını zaten biliyordum. Toplamda 100 km’yi geçecek yolu 130 a çıkarmamak için İnce Burun’u başka sefere bırakıp geriye, Sinop’a doğru sürmeye başladım. Yol Sinop hava alanının yanından geçiyordu. Ana yolda çalışma olduğundan yol yarımadanın kenarından geçen tali yola yönlendirilmişti. Yani Sinop’a kenardan girecektim. Çıktığım yer de merkezde bulunan benzin istasyonlarından biriydi. Hem dinlenmek hem de su takviyesi yapmak için istasyona yöneldim. Sonra da Sinop merkezindeki çarşıdan geçen kalabalık yolda ilerlemeye başladım. Bütçeme uygun bir yer bulmak için bir iki otel araştırdım. Sonunda pes ettim. Bulduğum düzgün bir yerde kaldım.

Duş aldıktan sonra Sinop merkezinde amaçsızca turlamaya, yemek yiyecek bir yer aramaya başladım. İskele cıvıl cıvıldı. Otele dönüp ertesi sabah için hazırlık yaptım ve çok geç olmadan yattım. Yarın için “Varabilirsem varırım, varamazsam da Bafra’da kalırım.” diye düşündüm.

VDO MC 2.0 verileri

Çıkış : 08:30

Varış : 18:00

Mesafe : 99,84 km.

Pedal çevirme süresi : 07:09 saat

Ortalama Hız : 13,94 km/s

En yüksek hız : 50,61 km/s

Ortalama eğim çıkış : %3

Maksimum eğim çıkış : %18

Ortalama eğim iniş : -%4

Maksimum eğim iniş : -%17

9. Gün : Sinop - Samsun 07.09.2012

Otelde Samsun’a devam ettiğimi söylediğimde yeni yolun yapıldığını ama henüz açılmadığını söylediler. Sonuna da ekledirler: “Ama sen girersin.” Tam olarak anlayamamıştım, ama ben nasıl girebilirdim ? Samsun-Sinop arasına sahilden yol yapıldığını biliyordum. Hatta bir kısmından da geçmiştim daha önce birkaç kez, ama bu benim girebileceğim kısmı tam olarak anlayamamıştım. Sinop’a yakın bir yer olacağını düşünmüştüm. Aklıma da, gelirken giremediğim yol yapım çalışmalarının olduğu bölüm gelmişti. Kahvaltı faslından sonra Sinop merkezden pedala asılmaya başladım. Yolda durup arkama baka baka yola devam ediyordum. Uzaklaşırken Sinop arkamda giderek küçülüyordu.

Bu arada, ardı ardına çok zorlamayan yokuş ve inişleri geçtiğim halde “ama sen girersin” dedikleri yolun girişini bulamamıştım. Sinop’un çıkışındaki kısımda hem viyadük hem de tünellerin yapım çalışmaları devam ediyordu. Ama sahilde bir yol gözükmüyordu. Böyle böyle Gerze’ye kadar geldim. Gerze’de, ana yolun üstündeki Opet’te su ve ihtiyaç molası verdim ve biraz dinlendim. Buraya kadarki kısımda henüz benim geçebileceğim ve trafiği açık olmayan bir yol görmemiştim. Bu yoldan sıklıkla geçtiğim için de yolun devamında yokuşların daha da artacağını ve sağlam iniş-yokuşların olduğunu biliyordum. Özellikle de Güzelceçay’a (eski adıyla Kanlıçay) dik bir iniş vardı. Tabi o inişten önce de ciddi bir yokuş. Ayrıca o dar yolda trafik de çok yoğundu ve çok dikkatli olmam gerekiyordu.

Gerze’den hareket ettiğimde ufak ufak yokuş başladı. Çıkışta gördüğüm viyadük ve köprü inşaatlarına bakıp “Buralara giremem” dedim kendi kendime. Henüz inşaat devam ediyor ve iş makinaları çalışıyordu. İnşaat alanını geçtiğimde ise aşağıda, deniz kıyısında yeni yapılmış olan yolu gördüm. Viyadüklere kadar yapılmıştı ama devamı inşaat alanı olduğu için açılmamıştı. İşte o anda “Sen girersin” cümlesiyle kast edilen yolun neresi olduğunu anladım. Ama bu yola nasıl girebilecektim ? Yola devam ederek yokuşta pedal basmaya başladım. Biraz ileride, yine yeni asfaltlanmış ve aşağıda doğru inen bir yol ağzı gördüm. Yanında da levhalar : “Girmek yasaktır ! İzinsiz girenler hakkında yasal işlem başlatılacaktır !” Tabi girmeye cesaret edemedim. Çevrede de danışabileceğim, izin alabileceğim biri yoktu. Çaresiz yola devam ettim. Aklım aşağıdaki yolda kalarak… Yaklaşık 500 -700 m. sonra yol kenarında çalışma yapan bir dozer ve bir grup işçi gördüm. Bir kişi de çalışmayı idare ediyordu. Yanlarına yaklaşarak aşağıdaki yol hakkında bilgi almak istedim ve girip giremeyeceğimi sordum. Sorumlu kişi önce çıktığım yokuşa sonra da bana bakarak o sihirli cümleleri söyledi : “Aslında giriş yasak ama sen geçersin.” :) “Yalnız” dedi, “girişteki görevliye, piknik alanına gidiyorum, de.” Ben izin almanın ve girebileceğimi öğrenmenin mutluluğuyla pedallara asıldığım yokuştan 180 derecelik bir dönüşle inmeye başladım. Aşağıya inen yolun başına geldiğinde çevreye bakıp kimseyi görmeyince daha da dik olan yokuştan uçarcasına indim. Artık deniz seviyesinde, dümdüz ve yeni yapılmış yolda ilerliyordum. Ve yol bomboştu. Tamam bazı görevli araçlar ve bir iki uyanık yoldaydı ama bu durum dahi benim yolu bomboş diye tanımlamama engel değildi.

Epeyce bir yokuş ve inişle ve dahi trafikle boğuşacağımı düşünürken kendimi, hayal etsem bunu hala ederdim dediğim bir yolda buldum. Hızımı arttırdım. Durmaksızın pedal basıyor bu arada da daha önce hep yukarıdan gördüğüm kıyıları başka bir açıdan seyrediyordum. Tabi yol da Karadeniz’deki sahil yollarının %90’ı gibi kıyı doldurularak yapılmıştı ve 3-5 sene sonra yolun denize uçtuğunu, heyelan olduğunu bildiren haberlere hazırlıklı olmalıydık. (Doğu Karadeniz turunda heyelandan gidiş kısmı kapanan sahil yolunu hatırladım.)

Düz yolda, kıyı olmasına rağmen fazlaca rüzgar da olmayınca 25 Km’nin üzerinde ilerleyebiliyordum. İlerde Karadeniz sahilindeki yolların klasiği haline gelen bir tünel vardı. Aklıma yine tur zamanı Doğu Karadeniz sahilindeki ışıksız tüneller geldi. Gerçi zamanla aydınlatılmıştı ama burada henüz trafik başlamadığı için tünelin ışıksız olduğunu düşündüm. “Olsun.” Dedim, “Zaten araba yok. Ben de kendi farımla yavaş yavaş geçerim.” Ön arka farlarımı yaktım. Yola olan konsantrasyonumu en üst seviyeye çıkardım ve tünele doğru pedallamaya başladım. Aydınlıktan karanlığa girince fark ettim ki boşa endişelenmiştim. Herhalde çalışmalar devam ettiği için, (hatırladığım kadarıyla) 1200 metre civarında uzunluğa sahip olan tünelde, 200-300 metre aralıklarla, yolun sağında ve yer hizasına projektörler yerleştirmişlerdi. Projektörler tam sağa baktığı için de gelenin gözünü almıyor ve ortalığı gerektiği kadar aydınlatıyordu. Hiç araç da olmayınca tünelde oldukça keyifli zaman geçirdim. Samsun-Sarp turunda, tünellerde yaşadığım sıkıntıyı hatırlayıp hatırlayıp “Nasıl geçtim oralardan” diye düşündüm. Ve tünelden hiçbir sıkıntı yaşamadan çıktım.

Yolun solu denizdi ama sağı da, denizden bağlantı olduğu için, küçük ölçekte uzun bir göl görünümündeydi. Devamı da yükselen, oldukça eğimli bir duvar şeklinde ormanlık alana ve yukarıdaki yola ulaşıyordu. Dedim ya, buraları hiç bu açıdan görmemiştim ve bana çok ilginç gelmişti. Yolda hızla ilerlediğim için tünelden sonra kısa sürede trafiğe açık olan yeni sahil yoluna ulaştım. Ana yolu eski yola yönlendiren bariyerlerin arasından geçerek bölünmüş yoldaki trafiğe katıldım. Arkaya dönüp baktığımda, henüz trafiğe açılmayan ve rahat rahat geldiğim yolu ve trafik işaretleriyle yönlendirilen iki şeritli yolu gördüm. “Eğer yoldaki ekibe sormasaydım şimdi bu taraftan gelmeye çalışacaktım. Hem yol çok kalabalık olacaktı hem de ben kim bilir yolun neresinde olacaktım.” diye geçirdim içimden. Yakakent’e az kalmıştı ve ben çok acıkmıştım. Ama Yakakent’ten de fazla umudum yoktu yemek alternatifi konusunda. Düşündüğüm gibi de çıktı. Yol kenarında en azından bir çorba içebileceğim hiçbir yer yoktu. Yakakent’i geçerken yol kenarındaki bir iki kişiye yemekle ilgili yer sorduğumda beni Alaçam’da yol kenarında, benzinlikteki lokantaya yönlendirdiler. Alaçam’a girdiğimden itibaren yol çalışması vardı ve yol oldukça bozuktu. Tarif edilen yere ulaştığımda yine benzer şaşırmış yüzleri gördüm. Hele “Abi nereden geliyorsun ?” sorusuna “Sabah Sinop’tan yola çıktım. İlk hareket de İstanbul’dan.” deyince verdikleri tepkileri…

Yemekte çorba yoksa o yemek eksiktir benim için. Hele bir de bisiklet üzerindeysen mutlaka olmalı. Güzelce karnımı doyurduktan sonra artık devam vakti gelmişti. Tabi iki bardak çaydan hemen sonra.

Yol yine düzdü ve denizden uzaklaşıyordu. Kuralı hatırlayalım. Eğer yoldan uzaklaşıyorsan yükselirsin. Evet Bafra’ya yaklaşırken, her ne kadar Bafra Ovası’nın ortasında olsam da, öncekiler kadar dik olmayan çıkışlar vardı. Kızılırmak üzerinden geçerken durup şöyle bir baktım köprüden. Yavaş yavaş akıyordu sanki denize kavuşmak istediğini herkesten saklar gibi. Bafra’yı geride bıraktığımda artık yolun sonuna çok yaklaşmıştım. Ondokuz Mayıs ilçesini geçtiğinde hedefe 15 Km. kalmıştı. Hedef dediğimde Samsun’daki yazlık. Çocukluğumda sokaklarında ya da tek tük evlerin arasında bisikletle gece yarılarına kadar vakit geçirdiğim yazlık. Tabi o zamanlar böyle bir hayal kurmuyordum. Hedef yoktu, sadece bisikletin üzerinde olmak vardı. O bisiklet de çoğumuzun ilk göz ağrısı olan Belde Pinokyo’ydu.

Çakırlar köprüsüne geldiğimde son fotoğrafımı çektim. Artık neredeyse gelmiştim. Aslında daha Samsun’a 24 Km. vardı ama benim için yolun sonuydu burası. Bu bölge bir çok sayfiye yerinde olduğu gibi yan yana sitelerden, ama eski tip, sokakları olan ve girişe kapalı olmayan, denize ulaşabildiğiniz sitelerden oluşuyordu. Bir çoğunun ismi de “kent”le bitiyordu. Yalıkent, Uslukent, Gülhankent. Ama bizimkinin adı farklıydı : “Yakamoz”

Evimiz tamamen kapalıydı. Babam İstenbul’a dönerken elektrik, su gibi kapanması gereken herşeyi kapar ve kapıları da sıkıca kilitlerdi. Ben de evi geçip babaannemi görmek için deniz tarafında devam ettim. Evine ulaştığımda da önce eniştemi gördüm. “Aha da geldi.” dedi “Daha 2 hafta önce söylemişti geleceğini. Dediğini de yaptı.” Bayram için Samsun’a gittiğimizde bisikletle ilgili planımı söylediğimde pek de ciddiye almamıştı. Ben de fazla üstelememiştim. Halamı sorduğumda bisikletle gezdiğini söyledi. Üç tekerlekli bir bisiklet almışlar halama. O da şu an boş olan sokaklarda rahat rahat geziniyormuş.

Evin üst katına sessizce çıktım. Kapı zaten kapalı değildi. İçeri girdim. Babaannem beni görünce “Sen nereden çıktın.” dedi. Her gördüğümde yaptığım gibi sarıldım. “İstanbul’dan geliyorum.” dedim. “Hem de bisikletle.” Hem işitme cihazından hem de inanmamasından olsa gerek birkaç kez tekrarladım. Her bisiklet konusu açıldığında yaptığı gibi yüzünü ekşitti. “Yapma oğlum.” dedi, “Bırak artık bisikleti. Eşin var, çocuğun var.”

Sadece gülümsedim. 41 yaşında olsam da onun torunuydum ne de olsa. (Babaannem de 92 yaşında) …Gülümsedim...

Bu maceranın (da) sonu.

VDO MC 2.0 verileri

Çıkış : 08:30

Varış : 19:00

Mesafe : 147,25 km.

Pedal çevirme süresi : 08:01 saat

Ortalama Hız : 18,34 km/s

En yüksek hız : 65,14 km/s

Ortalama eğim çıkış : %3

Maksimum eğim çıkış : %11

Ortalama eğim iniş : -%3

Maksimum eğim iniş : -%12


Yol notu :

Yerini tam hatırlamamakla birlikte yol üstünde bir levhada ve bez pankartta :

“Klimalı tabut imalatı : Morgda buzlanma, meftada sulanma, kefende ıslanma yapmaz.”