06-12 Eylül 2015 Hopa-Batum-Kutaisi-Khashuri-Posof-Adahan-Artvin-Hopa Bisiklet turu 

Gürcistan turu rota.PNG

Merhaba,

Nisan ve Mayıs aylarında gerçekleştirdiğim 3 ve 4 günlük iki turdan sonra sıra, bu yıl için planladığım asıl tura gelmişti. Aklımda birden fazla alternatif vardı ama hangisini nasıl gerçekleştirebileceğim tamamen şartlara bağlıydı. İlk seçenek Bosna-Hersek ve Hırvatistan’ı da kapsayan bir Balkan turu yapmaktı. Tabi bu tur için iyi bir organizasyon ve ciddi bir bütçe gerekiyordu. Bir de bu turu yapmaya gönüllü tur arkadaşı. Zaman ilerledikçe bu olasılık azaldı. Hem zaman hem de bütçe açısından... İkinci seçenek Gürcistan turuydu. Bir sohbet sırasında, şu an ODTÜ Kimya Mühendisliği’nde okuyan kuzenim Gökalp de konuya dahil olmuş ve “Abi rotanız Gürcistan olursa ben de gelirim. Şimdiden söyleyeyim.” deyivermişti. Ben de bisiklet turu yapmaya hevesli genç kuzenime bu işi yapabilmesi için gerekli şartları sıralamıştım. “Önce tura uygun bir bisikletin, sonra da malzemelerin olacak.” Aslında bir bisikleti vardı. Bianchi’nin yeni MTB modellerinden biri. Ve okulda kullanıyordu. Ama uzun yol ayrı bir disiplindi ve tura uygun malzemeler, zaten zor olan bir aktivitenin daha da zorlaşmamasına yardımcı oluyordu. Tur güzergahını Gürcistan olarak belirleyince, o da öncelikle tura uygun bir bisiklet edinme konusunda bir adım attı ve hibrit bisiklet sınıfından bir Merida Crossway 300’ü forumdan bir arkadaştan satın aldı. Bisikletin donanım ve aksesuarları tura çıkmaya uygundu. Özellikle bagajının olması en önemlisiydi. Bende ikinci bir tur heybesi ve diğer malzemeler olduğundan, başka bir şeye ihtiyacı yoktu. İç lastikten başka…
Tur planını 7 günlük yapmıştım. Üzerine 1 gün gidiş, 1 gün de dönüş olmak kaydıyla toplam 9 günde bitirmeyi hedeflemiştim. Cumartesi günü yola çıkıp İstanbul’dan arabayla direkt Giresun’a gidecek, ertesi gün Giresun’dan Gökalp’in de bisikletini arabaya yükleyerek Hopa’ya varacak ve tura başlayacaktık. Pazar akşamı Batum’da olacak…. Sırasıyla Kutaisi, Khashuri, Ahıska, Ardahan, Artvin’den tekrar Hopa’ya dönüp arabaya bisikletleri yükleyerek o akşam Giresun’a dönecek ve ertesin gün de İstanbul’da olacaktım. Çok büyük ölçüde bu plana bağlı kaldık. Sadece bir noktada yaptığımız değişikliğin bize ne kadar fayda sağladığını ise sonradan fark edecektik.

1. Gün : 06 Eylül 2015 : Hopa - Batum
Giresun’dan, iyi bir kahvaltı yapıp teyze ve eniştemle vedalaşarak yola çıktık. Giresun-Hopa arasındaki mesafeyi 3 saati geçen bir zamanda alabildik. Yolda giderken emniyet şeridinde bir kadın turcu gördüm. Gökalp’e de gösterdim. Upuzun, kıvırcık sarı saçları dikkatimi çekmişti. Yalnız turluyordu. Hem imrendim hem de cesaretine hayran kaldım. Hopa’da kısa süre önce olan sel felaketi sebebiyle (arabayı 7 gün süreyle bırakacağım için) güvenli bir park yeri bulmaya çalışmıştım ve bu konuda internette yaptığım aramalarda yakın zamanda belediyeye ait bir katlı otoparkın hizmete girdiğini okumuştum. Basitçe “Katlı otoparkı su basmaz herhalde.” diye düşünerek Hopa’da birilerine yerini sordum. Tarif üzerine gittiğimiz yer ara sokakta çok da hizmete girmiş görünmeyen ama gerçekten birkaç katı olan bir otoparktı. Gişe ve görevli memur ararken kısa süre önce ücretsiz hale geldiğini öğrendim. Arabayı oraya bırakmaya karar verdim. Bisikletleri hazırlamadan önce yemek yedik. Sonra hem kıyafetlerimizi giydik hem de bisikletleri yola hazır hale getirdik.
Hopa’dan çıkarken insanlar bize “Bunlar da nereden çıktı.” Bakışı atıyorlardı. Yolun kenarında, Kemalpaşa’dan itibaren, kıyafet satan mağazalar yer alıyordu. Sarp’a doğru da ellerinde koca koca torbalarla yürüyen kadınlar ve erkekler… Tabi bu durum bende, sınırın kalabalık olacağı ve geçişin zaman alacağı hissiyatını doğurdu.
Sarp sınır kapısına açılan son tüneli geçtiğimizde, aklıma, 7 sene önce Haziran ayında Samsun’dan 5 günde ulaştığım Sarp sınır kapısının o günkü hali geldi. Ortalık toz toprak içindeydi. Gümrük binalarının inşaatı sürüyordu. O günden 7 yıl sonra tekrar bisikletle gelmiştim Sarp’a. Bu sefer sınırı geçmek üzere… Yedi yıl önce fotoğraf çektirdiğim yerde yine fotoğraf çektirdim. O gelişimde bir mısırcıdan mısır almıştım. Bu sefer ortalık çık daha kalabalıktı. Mısırcılardan da eser yoktu. Yedi yıl önceki halini anlattım Gökalp’e sınırın. Yedi yıl önce bu noktadan geri dönmüştüm Hopa’ya. Şimdiyse yola devam ediyordum.
Ve korktuğum başıma gelmişti. Yaya geçişi çok kalabalık görünüyordu. Gürcüler geri dönüşteydiler Pazar akşamı. “Bu sırayı mı bekleyeceğiz? Çok geç kalırız.” diye düşünürken, yaya olarak araç geçişindeki gişeye gittim. Görevliye “Bisikletliyiz. Bize araç muamelesi yapar mısınız ? Şu sırayı beklemeyelim.” dedim. Görevli de eliyle “Gelin” işareti yaptı. Bu çok iyi olmuştu. En az 1 saat kazanmıştık. Sınırı nüfus kağıdımızla geçecektik. Gürcistan’a geçiş için pasaporta ihtiyaç yoktu. Yurtdışı çıkış harcını ödeyip nüfus kağıdımızı görevliye verdik. O da kayıt yaptıktan sonra nüfus kağıdı ile birlikte matbu bir kağıdı bize verdi. Üzerinde adımızı olduğu bu kağıdı kaybetmememiz ve dönüşte tekrar geri vermemiz gerekiyordu. Türk tarafından hızlı geçmiştik. Araçların olduğu kısımdan geçerken Gürcistan tarafındaki görevli bizi yaya tarafına yönlendirdi. Binaya girip gişelere yöneldiğimizde fazla kalabalık olmadığını gördük. Kısa bir bekleme süresiden sonra belgemiz onayladı ve geçişimiz tamamlandı. Artık Gürcistan tarafındaydık. Dikkatimi çeken şey Gürcistan tarafındaki gümrük binasını bizimkine göre daha görkemli olduğuydu. İlginç bir şekli vardı binanın. Güzel görünüyordu. Gümrük binalarının arka tarafı ise karmaşanın en yoğun olduğu yerlerdi. İlk dikkati çeken şey dev kumarhane reklamlarıydı. Zaten Türkiye tarafından Batum’a geçilmesinin en önemli sebebi de kumar ve gece hayatı turizmiydi. Ortalıkta bekleyen arabalar, ellerinde yükleriyle yayalar, taksiler, yan yana döviz büroları… Para bozdurmamız gerekiyordu ama kur bildiğimizden daha düşüktü. Biz 0,89 beklerken burada kur 0,70 düzeyimdeydi ki bu Lari’nin (Gürcistan parası) Lira karşısında daha değerli olduğunu gösteriyordu. @Orhan Kılıç’ın Gürcistan turu yazılarını okurken 0,89 civarında olduğunu okuduğum kur 2 yılda bu seviyeye gelmişti. Daha sonra öğrendiğime göre kur her iki para biriminin dolar karşısındaki değerine göre belirleniyormuş. Son dönemde Türk lirası dolar karşısında epeyce değer kaybedince Lari karşısında da bu seviyelere gerilemiş durumda.
Yola çıkıp ilk pedallara basarken dikkatimi çeken tek şeritli yol oldu. Bizim sahil yolu bölünmüş yolken burada 2 şeritli yolun olması ve bütün trafiğin bu yoldan akması yoğunluğu arttırıyordu. Tırlar, otobüsler, otomobiller, minibüsler, biz bisikletliler ve yayalar… Paramızın yarısını Lari’ye çevirdik ama pek de beklediğimiz değerde değildi kur. 1 TL 0,70 Lari’ye karşılık geliyordu. İlk durağımız sınırı geçince hemen sağda bulunan bir şelale ve önündeki heykeldi. Gökalp’in deyimiyle “Heykel desem heykel değil.”di. Kısa bir fotoğraf molasından sonra yola devam ettik. Karadeniz kıyısı tamamen plaj olarak düzenlenmişti. Batum’a kadar sağda solda araçlar denize gelenlere aitti.
İleride gördüğüm köprüde tanıdık bir yazı vardı. “Choruki”. Gürcü isimlerinin genelinde sonda bir “i” bulunuyordu. Bu “Choruki” de bildiğimiz Çoruh’tu. Geniş bir nehir yatağının içinde akıyordu. Bir tanıdığı görmüş gibiydim. Sola baktığımda denize açıldığı yeri gördüm. Deli deli akan Çoruh burada denize ulaşmanın verdiği rehavetle yavaş yavaş akıyordu. Ama hiç olmazsa akıyordu burada. Daha sonra gördüğümüzde ise hiç akmadığına şahit olacaktık. O deli Çoruh’tan eser kalmamıştı.
Yol boyu telefondan konumumuzu kontrol ediyor Batum’un merkezine ne kadar kaldığını görmeye çalışıyorduk. Bu sırada yoğun trafik bir anda duruverdi. Araçlar korna çalıyor ve güçlükle ilerliyorlardı. Biz sağdan ilerleyince bu durumun nedenini anladık. Bir inek sürüsü yolu kaplamış sağlı sollu ilerliyordu. Araçlar da geçecek yol bulamayıp arkalarına dizilmişti. Ürken ineklerden muzdarip olan ben (İzmir Bodrum turumda yokuş aşağı düşmeme sebep olmuştu bir tanesi) Gökalp’e de çok dikkatli olmasını söyledim. Bazen sağdan bazen ortadan yola devam ettik. Arabalardan önce geçtik o bölümü. Batum’un girişi için yolumuzu belirledik. Yüksek yüksek binalar artık görüş sahamızdaydı. Büyük görkemli binalar bana İstanbul’u hatırlattı. Ama şehrin için e girince çok daha farklı olduğunu gördüm. Şehrin büyük parkının içindeki gölette fotoğraf çektik. Göl ve çevresine hayran kaldık. Büyük binalar çok sayıda değildi ve genel olarak gökyüzünü görebilmek çok keyifliydi. Uygun bir yer bulmak için biraz dolaşmamız gerekti. Bir o yana bir bu yana, bir o otele bir bu otele… Uygun fiyat için döndük durduk. Sonunda iki kişi 70 Lari’ye kalabileceğimiz bir yer bulduk. Bisikletleri de içeride bir yere koyup birbirine bağladık. Duş alıp yemek için dışarı çıktık. Bir Türk lokantası bulup yemek yedik. Burada biraz kazıklandığımızı hissetmedik değil hani. Daha sonra da şehri yürüyerek dolaşmaya başladık. Kıyı boyu çok güzel düzenlemişti ve cıvıl cıvıldı. Konser alanı olan bir yerdeki kalabalığa karıştık. Bir süre burada kaldıktan sonra yürümeye devam ettik. Şehrin ve binaların ışıkları göz alıyordu. “Monte Carlo gibi olmuş.” dedim kendi kendime. Sokak aralarındaki ışıklandırmalar ve düzenlemeler bana farklı şehirleri anımsattı. Selanik, İzmir, İstanbul… İnsanlar eğleniyordu. Kıyıda bir şeyler içmek için oturduğumuz yerde Gökalp’in daha önce denediği ve çok beğendiği armut suyunu denedik. Hafif gazlı olan bu içecek daha sonraki günlerde de öğünlerimiz eşlik etti. Şehir turumuz sona erdiğinde otele dönüp yattık. Bugün yolumuz düz ve kısaydı ama yarına uzun ve yokuşlu bir yol bizi bekliyordu.


Çıkış : 14:30
Varş : 17:30
Mesafe : 43,47 km.
Yolda geçen süre : 2,34
Ortalama hız : 16,44 km/s
Maksimum Hız : 34,07 km/s
Ortalama eğim çıkış :%1
Maksimum eğim çıkış :%3
Ortalama eğim iniş : % -3
Maksimum eğim iniş :% -11



2. Gün : 07 Eylül 2015 : Batum-Kutaisi
Bugünü, yolun büyük bölümünün düz olması sebebiyle uzun bir etap olarak planlamıştım. MapMyRide’dan görebildiğim kadarıyla Batum’un çıkışında ard arda iki kısa yokuş bulunuyordu. Yolun son kısmı ise eğimi çok sert olmasa da uzunca bir yokuş barındırıyordu.
Batum’dan çıktığımızda yol bir süre deniz kıyısından devam ediyordu. Kalabalık olmasına ve yolun kenarında fazlaca alan olmamasına rağmen trafikte herhangi bir sorun yaşamadan ilerliyorduk. Yol Batum’dan Tiflis’e giden ana yol olduğundan kamyon, tır ve otobüs trafiği yoğundu. Yokuşun sonu tünele bağlanıp inişe geçiyordu. Tüm tüneller aydınlatılmış olduğundan genelde arka farları blinker modunda kullanmamız yeterli oluyordu. Sahil kesimindeki botanik parkı yolun içeri girmesine ve ikinci kez çıkışa ve inişe sebep oluyordu. Sonrası ise bizim için uzunca bir düzlüktü. Deniz kıyısında birbiri ardına plajlar yer alıyordu ve çevrede denize girmek için gelenlerin arabaları…
Gürcistan’da trafikte dikkatimi çeken en önemli şey herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda durmuş olan arabalardı. Şehir merkezinde, dağ başında, yol kenarında, tarlanın ortasında duran arabalar görebiliyordunuz ve bazılarının da içinde bekleyen ya da sıkça gördüğümüz şekilde içinde uyuyan insanlar…
Kobuleti’yi tamamen bir sayfiye yeri olarak gördük. Merkezinde bile az katlı binalar vardı ve ilerledikçe evler ve deniz arasında küçük bir koruluk oluşturacak şekilde ağaçlar bulunuyordu. Bizimki gibi bir “denize sıfır” düşkünlüğü yoktu buralarda. Yunanistan’da hissettiğim gibi burada da levhaları Türkçe yapsanız Türkiye’de olduğunuzu düşünebilirdiniz ama ağaçların yerli yerinde duruyor olması işi bozuyordu. 
Mümkün olduğunca kıyı kesimini takip etmeye çalıştık. Tabiat parkının kenarından geçip Supsa Nehrine doğru kuzeye doğru ilerledik. Gürcistan’da, bizdekinin aksine, köprülerde üzerinden geçtiği nehrin adı oldukça büyük harflerle ve güzel tarafı Latin harfleriyle yazılıyordu. Bu turumuzda yolumuzun büyük bir kısmı nehirlerin açtığı vadilerden geçtiği için daha da bir saygı duyuyordum nehirlere. Adlarını tekrar edip kendimce öğrenmeye çalışıyordum.
Kobuleti, Magnetiti, Grigoleti, derken tur boyunca çektiğimiz videoların birinde Gökalp’in nereden nereye gittiğimiz hakkında yorumu harikaydı “bilmemneleti’den bilmemneleti’ye gidiyoruz.”
Yolumuz Grigoleti’ye varmadan 90 derece sağa dönecek ve Hopa’ya kadar bir daha denizi göremeyecektik. Zaman artık yemek zamanı olmuştu ama şöyle oturup yemek yiyebileceğimiz bir yer de görememiştik. Kavşak noktasına gelmeden sağda sıra sıra ev yapımı ekmek satan kadınlar gördük. Gökalp’e “Alalım mı ?” dedim. Acıkmış olduğundan hiç sektirmedi. Satıcılarla yine vücut diliyle anlaştık. Biz haçapuri olduğunu sanıyorduk ama satılanlar aslında “lavaş”mış. Bizdeki lavaşın biraz daha kalını. Tezgahlarında lavaşın yanında, bir de baktık ki, domates ve kendi yaptıkları peynir de var. İki büyük domatesi ve istediğimiz büyüklükte peynir parçasını satıcı kadına yine el hareketleriyle anlatıp dilimlemesini sağladık. Tek eksiğimiz içecekti. İlerideki bakkaldan armut sularını da tedarik ettikten sonra nevaleleri yiyebileceğimiz uygun bir yer aramaya başladık. Bunun için 5-10 km. yol yapmamız gerekti. Evlerin karşısında çok küçük bir akarsuyun üzerindeki yine çok küçük bir köprü, hatta “köprücük”ün kenarındaki yükseltiye oturabileceğimizi görüp durdum. Yolun kenarında ama açlıktan nerede olduğumuzu pek de önemsemediğimiz bir şekilde ekmek, peynir, domates ve armut suyundan oluşan muhteşem öğle menüsüne yumulduk. Hani çok açken yediğiniz her şey size dünyanın en lezzetlisi gibi gelir, anlata anlata bitiremezsiniz ya… İşte tam öyle…
Yemeğin sonlarına doğru onu gördüm. Üzerinde durduğumuz köprücüğün altından geçti ve yavaş yavaş su birikintilerinin arasında ilerleyerek kuytu bir yerde yere, çamurun içine yattı. İrice evcil bir omuzdu. Karşıdaki evlerden buraya keyif yapmaya gelmişti. Bizim memleketlerde domuz görmeye alışık olmayan gözlerim bir anda büyüdü. Şaşırmıştım. Merakla hareketlerini izliyordum. Daha önce aynı şekilde Dilek Yarımadası Milli Parkı’ndaki Kalamaki Plajı’nda gördüğüm, çöpleri eşelemeye alışmış yabani domuz ailesini gördüğümde aynı şekilde şaşırmıştım. Daha sonra yol boyu domuzları koyun gibi otlarken görünce benzer şekilde şaşıracaktım.
MapMyRide’a göre yolun başındaki yokuşları aştıktan sonra yaklaşık 80 km.’lik bölüm düzdü ama son 20-25 km.’lik bölüm giderek eğimi artan bir karakterdeydi. Eğimi artan dediysem de MapMyRide’da kategorize edilen bir çıkış değildi. 20 km.lik çıkış maksimum 150 m.’lik bir yüksekliğe ulaşıyordu.
Akşam saatlerinde Kutaisi’ye yaklaşmıştık. Gökalp su almak için yolun karşısına geçmişti. Ben de sağda bekliyordum. Yanıma bisikletli bir genç yaklaştı. Düzgün bir İngilizce’yle yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Şaşırmıştım çünkü herhangi bir şeyle uğramıyor sadece bekliyordum. Teşekkür edip herhangi bir yardıma ihtiyacım olmadığını sadece beklediğimi söyledim. O da beni beklerken görüp yardım gereken bir durum olabileceğini düşündüğünü söyledi. Sonra bisikletine atlayıp dönüp gitti. Şaşırmıştım. Hiç beklemediğim bir şeydi. Şaşırdım ve sevindim.
Gökalp Batum’da Mc Donalds ‘ın reklamında gördüğü fiyatların ucuzluğu karşısında “Kutaisi’de bulursak McDonalds’ta yiyelim.” demişti. Tam da şehir merkezi girişinde Mc Donalds’ı görünce ona da gösterdim. Direkt yöneldik. Bisikletlere yakın kenardaki bir masaya oturduk. Gökalp siparişleri verdi. Bedava wifi bulunca da telefonlardan internete girip nerede kalabileceğimize karar vermeye çalıştık. Booking.com’da “Hotel California” adında bir otel görünce, biraz da espri olsun diye, orada kalalım dedik. Yemek sonrası merkeze doğru pedal basmaya başladık. Kısa boylu binaların yanından yükselerek ilerleyen yol tepe noktasında nehri geçen köprüye ulaşıyordu tam da şehir merkezinde. Bulmak istediğimiz otel de merkeze yakın bir yerdeydi. Genişçe bir meydan ve yanında da büyükçe bir park vardı köprüden sonra. Otelin olması gereken taraflara ilerleyip sürekli Google Maps’ten konumumuzu kontrol ediyorduk. Ama ara tara bulamıyorduk bir türlü. Bir de sokaklar dik yokuşlara dönüşünce, bir geçtiğimiz yerden bir daha geçip aval aval etrafımıza bakarken o geldi. Godi. 22 yaşında, turizm okuyan, bir otelde çalışan ve Almanya’ya gitmek isteyen bir genç bayan. Düzgün İngilizce’siyle bize yardımcı olabilmek için epeyce zaman harcadı. Aradığımız yeri bulmamız için evindeki internet’e bağlanmamızı sağladı. Haritada gösterdiğimiz yeri sonunda o buldu ama zaten bizim bulmamıza da imkan yokmuş. Çünkü önünden geçtiğimiz binada herhangi bir yazı veya levha yoktu. Godi kapıyı çaldı ve dışarıya memnuniyetsiz gözlerle bakan yaşlı kadınla konuşmaya başladılar. Kadını tavırlarından pek olumlu bir durum olmadığını anlıyorduk ama pek de anlam verememiştik. Orada kalınıp kalınmayacağına Godi açıklık getirdi. Buralardaki bir çok otel rezervasyonu olmayanları almıyormuş. Bizi de pek beğenmemişti sanki. “Neyse” deyip ısrar etmeden ama çok da anlam veremeden geri döndük. “Ne yapalım ? Şehrin dış kısımlarındaki otellere mi bakalım ?” derken Godi bizi yakındaki bir hostele götürdü; sahibiyle konuştu; fiyat vs. anlaştıktan sonra artık bizim de kalacak bir yerimiz olmuştu.  Godi’ye teşekkür ettik. Vedalaştık. O da geldiği gibi karanlığın içinde kaybolup gitti tek başına. Gökalp’le birbirimize bakıp “Vay be!”dedik, “Kim yapar böyle bir şeyi ?” Bir ya da bir buçuk saatini bize ayırmış. Evinin yanında Internet’e bağlanmamızı sağlamış, otelde yer bulamadığımız için bize bir hostel ayarlamış ve gitmişti. “Vay be!” Bu bizim Gürcistan’daki son “Vaybe!” miz de olmayacaktı üstelik.
Hostelde bizden başka kimse kalmıyordu. Bisikletleri alt kattaki kapalı garaja bırakıp üst kata çıktık. 80’ler teması olan eski bir evdi. Televizyon küçük ekran tüplü bir televizyondu ve döşemeler ve aksesuarlar eski görünmüyordu direkt eskiydi ama ilginçti.
Geç de olsa duş alıp uzun yolun ardından yatakla bütünleşebildik. Odadaki vantilatör sabaha kadar çalışıp bizi tüm gece serinletecekti.

2. gün
Çıkış : 8:30
Varş : 18:30
Mesafe : 150 km.
Yolda geçen süre : 7:30 saat
Ortalama hız : 20,14 km/s
Maksimum Hız : 46,10 km/s
Ortalama eğim çıkış :%2
Maksimum eğim çıkış :%11
Ortalama eğim iniş : % -2
Maksimum eğim iniş :% -9

3. Gün : 08 Eylül 2015 : Kutaisi-Khashuri(Surami)
Sabah kalkıp, eşyalarımızı dört bir yana dağıttığımız odamızda, toplanmaya başladık. Aşağıya inip hostelin sahibinden otoparkın kapısını açmasını rica ettik. Heybeleri bisikletlere bağladıktan sonra önceliğimiz olan kahvaltı için şehrin merkezine doğru gittik. Merkezdeki büyük döner kavşağın tam ortasındaki fıskiyeli havuz dikkatimi çekti. Fotoğraf çekmek için yaklaştım. Bu arada Gökalp kaldırımda bir amca ile sohbeti koyulaştırmıştı. Havuzun merkezinde ve yukarıda, pirinç olduğunu tahmin ettiğim, sarı metalden bir çift at figürü vardı. Oldukça da büyüktü. Aşağıya doğru kademeli olarak aynı materyalden farklı hayvanların figürleri yerleştirilmişti çepeçevre. Bir de insan figürü vardı içlerinde. Hiç bir ayrıcalığı olmayan. İçlerinden biri…
Yokuş aşağı inip kahvaltı için yiyecek bir şeyler aradık. Khashuri tarafına devam etmemiz gerekirken aksi istikamette şehrin içine doğru girip ev yapımı hamur işi ürünler de satan bir dükkandan kıymalı, peynirli börek benzeri bir şeyler ve yanına da bu sefer armut yerine naneli olan ama aynı markalı içecekten alıp geriye döndük. Uygun bir yer ararken çıktığımız yokuşun kenarındaki küçük bir parkın banklarını hedef alıp bisikletleri yolun karşı tarafına geçirdik.
Sabahın o saatinde, yanından araçların geçtiği, keyifli ağaç altı kahvaltısını etrafa baka baka yapıp yeniden yola koyulduk. Bugünkü etabı Khashuri’ye kadar yaklaşık 105 km. olarak planlamıştım. Son 15 Km.si iniş olan ve inişe kadar sürekli yükselen, MapMyRide’ın son 26 km.sini 2. Kategori tırmanış olarak belirlediği bir etap.
Yola çıktığımızda bize hemen Dzirula Nehri eşlik etmeye başladı. Bu turumuzun genel karakteri de bu şekildeydi zaten: “Nehri takip et. Dağa çık. İn. Başka bir nehri takip et.”  Yolun düz olan kesimleri nehrin de en geniş olan yerine paraleldi. Bu arada yol çalışmaları da başlamıştı ama pek bir sıkıntı oluşturmadı bize. Güneş tepemizdeydi bugün. Termometre 35-40 derece aralığında gidip geliyordu. Üzerimi değiştireyim ve tuvalet molası vereyim deyip bisikleti güneş altında bırakıp 15 dakika sonra döndüğümde gördüğüme inanamayıp Gökalp’e seslendim : “Gökalp alet 51 derece gösteriyor.” Ondan sonra epeyce bir, “Asfalta yumurta kırıp havanın sıcak olduğunu ispat etme” geyiği döndü aramızda.
Vadi daralmaya ve ağaçlar yola yaklaşmaya başladı. Haritada yolun ikiye ayrıldığını ve tekrar birleşip Khashuri’ye giden ana yolu oluşturduklarını görmüştüm. Ayrımı yakınında uygun yerler bulup yemek yiyebileceğimizi düşünüyordum. Gökalp’le de bu düşüncemi paylaştım. Fakat Google Maps üzerinden konumumuzu takip ederken baktım ki çoktan ayrım olması gereken yeri geçmişiz. Biz yolun iki ana yola ayılmasını beklerken ikinci yol sıradan bir ayrımı olan tali bir yolmuş. Bunun üzerine bulabileceğimiz ilk yerde yemek işini halledelim diye düşündük. Yol kenarında yine bir aile işletmesi olan küçük bir dükkanda yine hamur işleri satılıyordu. Vücut dilimizle yiyeceğimiz şeyi seçip yanına da çay istedik. Gökalp bir de kola istedi ama orada yoktu. Sonra baktık ki ilerideki başka bir dükkandan kadının biri kola getiriyor. Şaşırdık yine o kadar uzaktan getirmelerine. İştahla istediğimiz çaylar da gelince hem çay hem kolayı beraber içmek zorunda kaldık. O açlıkla, yediklerimiz yine muhteşem lezzetliydi.
Vadi yukarı yolumuz devam ediyordu. Solda üstte bir heykel dikkatimizi çekti. Sportmen bir insan elinde testi tutuyordu. Ayrıca genç ve çocuklar da eklenmişti yanına. Altında Gürcüce bir yazı vardı ama bize bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü her birini diğerlerine benzetiyorduk Gürcü alfabesinin harflerinin. Suyla ilgili bir konusu olduğunu düşünürken yolun karşısında bir amcanın bize o heykelin olduğu tarafı işaret ederek yüzme işareti yaptığını görünce konunun kaplıca-havuz ikilisi ile ilgili olduğunu anladık. Adamın ısrarlı yönlendirmesine ısrarla teşekkür edip yola devam ettik.
Dzirula Nehri’nin vadisinden onu besleyen Rikotula Nehri (ki artık “çay” demek gerekir sanırım) vadisine geçerek yükselmeye devam ettik. Artık eğim kendini çok şiddetli hissettiriyordu. 26 Km.’lik yokuşun son kilometrelerinde pedallarken birden karşımızda bir tünel gördük. Yolun yükselişi sona ermişti. Sola baktığımızda, yolun tünelsiz hali %8 eğimle (levhada yazdığı için biliyoruz) çıkışa devam ediyordu. Tünel aydınlatılmıştı. Biz arka farlarımız takmak için durduk. Yola devam ederken yolun karşı tarafında sivil giyimli iki kişinin bize el kol hareketi yaptığını gördük. Uzaktan söyledikleri anlaşılmıyordu ama anlaşılsa da Gürcüce olduğu için zaten biz anlamayacaktık. Adamlar bizim tünele girmemizi istemiyorlardı ama anlam da verememiştik açıkçası. Yolu geçip yanımıza geldiler. Çevrenin insanı olduklarını anlamıştık. Herhangi bir görevli vb. durumları da yoktu. Sadece tünele girmemizi istemediklerini anlıyorduk. Aramızda onun kendi dilinde benim kendi dilimde konuştuğum dialog – monolog benzeri olay yaşandı :
Birinci adam: მენამდვილადარმესმის,ქართული
Ben : Bu kadar yoldan geldik. Tünelden mi geçemeyeceğiz ?
Birinci adam: მენამდვილადარმესმის,ქართული (Sadece arada POLİS kelimesini seçebiliyorum.)
Ben : Bu kadar yokuştan sonra bir de %8 yokuşa mı tırmandıracaksın ?
Birinci adam: მენამდვილადარმესმის,ქართული
Ben : Biz gelirken bir sürü tünel geçtik bunu da geçeriz.
Birinci adam: მენამდვილადარმესმის,ქართული
Ben : Hem ışığımız var bak arkada. İstersen öne de takarım.
Gökalp : Abi bu adamlar kim ki bizi yoldan geçirmiyorlar ? Polis falan da değiller.
Ben : Polis yerine polisçilik oynuyorlar işte.
Tam bu sırada ikinci adam Gökalp’in arka farkını gördü. Onun üzerine ben benim farımı da gösterdim.
Ben : Bak ben de var !
Neden sonra birinci adam nereli olduğumuzu merak edip, herhalde bu kadar ısrar eden adamlar Türk olabilir deyip, “Türki ?” dedi. Gökalp’le ben de direkt atladık “Türki !, Türki!” Adamlar “E geçin o zaman.” anlamında yoldan kenara çekildiler. Biz de gülümseyerek pedallara basmaya başladık. Bir yandan da “Eee ne oldu polis molis diyordun ? Türk olunca bir şey olmuyor mu ?” diye söylenip gülümseyerek yola devam ettik. Tabi geyiğe de başladık tünele kadar : “ Tabi Türkün gücü.”, “Türke bir şey olmaz.”,” Bize bir şey olmaz”’lar havada uçuştu. 
Tünel 1.750 m. uzunluğundaydı. Eğim bu noktadan itibaren aşağıya doğruydu. Tünelin çıkışından Khashuri’nin merkezine kadar yaklaşık 10 km.’lik güzel bir iniş vardı. Yolda sağlı sollu küçücük kulübelerde ekmek benzeri bir şey satılıyordu. Fark ettim ki bazı kulübeler yoldan geçenlerin dikkatini çeksin diye ekmeğin kendisini değil de renk ve şekil olarak ona benzeyen tahtadan bir şeyi koyuyorlardı. Sanırım ekmek bayatlamasın diye yapıyorlardı bunu. Gökalp’le sözleşip bu yan yana bir sürü yerde satılan bu ekmekten almaya karar verdik. Yan yana o kadar çoktu ki satıcılar, insan gerçekten bunun ne olduğunu, tadını merak ediyor. Genelde hepsi yaşlı teyzeler, bir kısmı da genç kadınlardı satıcıların… Grubumuzun satınalma ve pazarlıktan ve yaşlı Gürcü teyzelerle sohbetten sorumlu üyesi Gökalp önünde durduğumuz bir teyzeden tamamen vücut dili marifetiyle bir tane ekmek aldı. Fiyatı hatırladığım kadarıyla 1,2 Lari’ydi. Kadın kulübesinin içinden getirmişti ekmeği. Hâlâ sıcaklığını koruyordu bu büyük bir fasulye tanesi formundaki ama yassı olan ekmek. Hemen tadına bakalım dedik çünkü acıkmıştık. Ekmekten küçük bir parça kopardım ve gördüm ki içinde kuru üzün vardı. Tadına baktığımda da tatlı olduğunu fark ettim. Çok hoş ve hafifti tadı. Hava kararıyordu artık. Khashuri’ye inerken Surami’den geçtik. Sağlı sollu yerleşim vardı ama asıl merkezi yolun sağında kalıyordu. Khasuri’nin merkezinde artık hava tamamen kararmıştı. Biz de farlarımızı takmıştık. Merkezde kalacak bir yer bulmak için etrafta uygun yerlere otel sorduk. Hatta ben beklerken Gökalp birkaç yere sorup kalacak yer hakkında bilgi aldı. Aldığı bilgi şu şekildeydi : “Abi Khashuri’de otel yok.” Eeee nerede var ?” Surami’de varmış. Yani geçtiğimiz yerde. Telefondan konumumuzu kontrol edip Gökalp’le aramızda “Nasıl olmaz yaaa.” muhabbetleri geçtik. Geriye dönüp az önce indiğimiz tatlı inişten tatlı tatlı çıkmaya başladık. Surami’nin Khashuri tarafından da girişi vardı. İçine girip otele benzeyen bir yapı bulmak için caddede ilerlemeye başladık. Zaten iki kattan yüksek bir yapı yoktu. Bir sokağın köşesindeki evin kenarında “hotel” yazdığını fark ettim. O yazı olmasaydı da “Acaba burası otel mi ?” demezdim açıkçası. Ben dışarıdayken dış temsilcimiz Gökalp içeri girdi. Otelin sahibi olan yaşlı kadınla pazarlık edip yer ayarladı. Bisikletleri içeri alıp eşyaları yukarı çıkardık. Sonra da nerede yemek yiyebiliriz diye aranmaya başladık. Sonra bir adamla karşılaştık. Vücut diliyle yemek yenecek yerleri sorduk. O da hiç beklemediğimiz bir şey yaptı. Normalde size yemek yenecek yer soran birilerine, hele de alternatif de yoksa, sadece yön ve mesafe tarif edersiniz. Yakın ya da uzak dersiniz. Bu arkadaş bizi kısa bir süre beklettikten sonra aşağı inip otelin yan sokağına park ettiği arabasına bindi. Bizim de binmemizi istedi. Araba dediğim, üzerinde tarımsal ilaçlama makinasının monte edilmiş olduğu bir Land Rover’dı. Arkadaş bize yemek yenecek yeri tarif etmiyor direkt yemek yenecek yere götürüyordu. İnanamadık. Herhalde kendisi de aç ve yemek yiyecek diye düşündük Gökalp’le. Bu arada yolda arkadaş Gürcüce konuşuyordu ama derdini anlatamadığını görüp hırslanıyor ve üzülüyordu. Biz de İngilizce konuşuyorduk ama onun İngilizcesi sadece şuna yetiyordu : “My name Gia”. (arada “is” yok )Adının Gia olduğunu öğrendiğimiz bu arkadaş bizi bir süre önce yanından geçtiğimiz lokantalardan birine getirdi. Biz beraber yemek yiyeceğiz derken Gia aç olmadığını söyledi. Bir şeyler ısmarlayalım dedik kabul etmedi. Sadece bir soda içti ve dışarıda beklemeye gitti. Bizim yemek siparişini vermemiz, yemeği bitirmemi z ve dışarı çıkmamız 45 dakika – 1 saat civarı sürmüştür. Yemeği yiyip dışarı çıktık. Biz dışarıda bekliyordu. Yüzümüzde minnet ifadesiyle aracına tekrar bindik ve Suramı’inin merkezindeki otele geri döndük. Gökalp’le ben yaşadığımız şeye inanamıyorduk. Aslında o da bir otel müşterisiydi. Görev icabı burada kalıyordu. Teşekkür ettik ama bunu yeterli bulmadık açıkçası. Karşılığında bir şey yapamamanın ezikliği içindeydik. Beraber fotoğraf çektirdik. Dönüşümüzde yine kendisi de otelde kalan , tır filosu sahibi Adnan’la tanıştık. Gürcistan ve Azarbeycan’da 16 tırlık bir filosu varmış. Gürcüce biliyordu ve bize tercüman oldu. Gia’ya bir kez daha teşekkür ettik sayesinde.
Odaya çıkıp duş aldıktan sonra tekrar aşağı indik. Karpuz eşliğinde Gürcüce-Türkçe sohbet gece yarsına kadar devam etti. Adnan’a yol boyu tır parklarının hepsinin adının Türkçe olduğunu ve nedenini sorduk. Gerçekten hepsini Türkler işletiyormuş ama tır parklarını ana rolü kadın pazarlanan yerler olmasıymış. Genelde Gürcistan’daki pis işlerin başında da Türkler yer alıyormuş. Gürcülerin yardım severliğinden, Gia’nın memleketinden, Batum ve Tiflis’in gece hayatından söz ederek devam ettik geceye. Odaya gittiğimizde yatana kadar Gia’nın yaptığını konuştuk. Ve yine “Vay be !” dedik. “Ne gündü !”

3. gün :
Çıkış : 9:30
Varş : 18:30
Mesafe : 115 km.
Yolda geçen süre : 7:00 saat
Ortalama hız : 16,19 km/s
Maksimum Hız : 55,12 km/s
Ortalama eğim çıkış :%4
Maksimum eğim çıkış :%9
Ortalama eğim iniş : % -2
Maksimum eğim iniş :% -11

4. Gün : 09 Eylül 2015 : Khashuri(Surami)-Posof
Surami’deki otelimizden ayrılıp Khashuri’nin, her şeyin yan yana olduğu kavşak noktasında kahvaltı yapabileceğimiz bir yer aradık. Gerçekten, artık Tiflis’e giden yoldan ayrıldığımız ve Akhaltsikhe’ye (ben Ahıska diyorum Türkçe, Gürcüce’sine dilim dönmüyor  ), aslında Türkiye’ye doğru yolumuzun ayrıldığı kavşak noktasına yaklaşırken fark ettim ki aynı işi yapan dükkanlar yan yanaydı. Çiçekçiler yan yana, döviz büroları yan yana, bakkallar yan yana ve el yapımı hamur işlerinin satıldığı yerler yan yana… Bulduğumuz yerde ikinci dilimiz olan vücut diliyle iki haçapuri benzeri hamur işi sipariş ettik. Ve yanında da bilin bakalım ne içiyoruz ? Evet yine “armut suyu” 
Yolumuz ayrılmıştı artık Tiflis yolundan. Evet ana yoldan ayrılmıştık ve vatanımıza yönelmiştik ama trafikte herhangi bir hafifleme hissetmemiştik. Yine kamyonlar, tırlar… Yol, çok hafif bir eğimle Kura Nehri’nin vadisinden güzel manzaralarla ilerliyordu. Kutaisi’de tanıştığımız ve bize çok yardımcı olan Godi’ye rotamızı tarif ettiğimizde “Neden Borjomi’de kalmıyorsunuz ?” demişti. Biz Borjomi’yi içtiğimiz suların markalarından biri olarak biliyorduk. Bizim Yalova’nın Termal’ine benziyordu. Yemyeşil bir vadinin içinde suyun iki yakasına yayılmış bir kaplıca şehriydi. Bu yönüyle Amasya’ya da benziyordu. Hemen girişinde şehirle ilgili olduğunu düşündüğüm bir anıtın altında küçük bir çeşmeden su alıyordu insanlar. Merkezinde kısa bir mola verip köprünün üzerinden birkaç şehir manzarası çektim. Suyun coşkusu ve ağaçların yeşilliği çok güzel görünüyordu. Godi’nin dediği gibi buralarda kalsak acaba nerede kalabilirdik diye kafamı yoldan kaldırıp etrafıma baka baka ilerliyordum. Kah birkaç katlı küçük evler vardı kah Sovyet döneminden kalma çok katlı büyük sosyal konutlar… Ama çevrede pek de otel var gibi durmuyordu. Sonra fark ettim ki oteller yeşilliklerin arasına saklanmış. Bunlardan en bize tanıdık geleni de Rixos Borjomi’ydi. Kapısından geçtiğimiz halde nehrin kıyısına konumlanmış binalarını neredeyse hiç görmedik.
Kıvrıla kıvrıla ilerleyen yolumuz Kura Nehrinin yukarılarına doğru devam ediyordu. Yolun solunda, Google maps’ten adının Atskuri Kalesi olduğunu öğrendiğim kalenin önünde durup fotoğrafını çektim. Yolun altından demiryolu geçiyordu.
Sonunda Akhaltsikhe’ye vardık. Aslında vakit olarak erkendi çünkü bugün kısa bir etap planlamıştım. Daha sonra Gökalp’le konuşarak Vale’ye doğru devam etme kararı alacaktık. Akhaltsikhe, bir önceki durağımız Khashuri gibi bir kavşak noktasıydı. Bir tarafı Ermenistan’a , bir tarafı Batum’a giden dağ yoluna, diğer tarafı da Türkiye’ye doğru yönleniyordu yolların. Merkezi oldukça hareketliydi. Modern binalar göze çarpıyordu. Ayrımdaki levha Vale’yi gösteriyordu. Türkiye sınırına en yakın kasabayı... Biz de hazır vakit erkenken Türkiye ye biraz daha yaklaşalım düşüncesiyle yola devam ettik. Vale 11 km. uzaktaydı. Yol da yükselen karakterini artık iyiden iyiye belli ediyordu. Hava akşamüstü olmuş ve vatan topraklarına yaklaşmanın heyecanı bizi iyiden iyiye sarmıştı. “İlerisi Türkiye.” muhabbetini çok sık yapar olmuştuk. Vale yoluna çıktığımızdan beri Akhaltsikhe’ye gelirken içinden geçtiğimiz ormanlar artık yerini daha az sayıda ağaca ve daha geniş açık arazilere bırakmıştı. Önümüzde Batum’a dağ dan ulaşan yolun ayrımı vardı. Bu noktada şunu özellikle belirtmeliyim. Tur zamanımızda, yurt içindeki PKK saldırıları ailelerimizi ciddi anlamda tedirgin etmişti. Özellikle eşim ve kardeşim her görüşme ve yazışmalarımızda bunu dile getiriyorlar ve dikkat etmemizi tembihliyorlardı. Hatta eşim, şu an yanından geçtiğimiz kavşaktan sağa dönüp Batum’a geri dönmemizi ve buradan yurda giriş yapmamızı istemişti. Ben de onların bu baskı ve tembihlerinden etkilenmiş ve ciddi ciddi düşünmüştüm buradan Batum.’a geri dönmeyi. Tabi bunda yolumuzun üzerinde olan Ardahan’ın Göle ilçesinin de özel güvenlik bölgesi ilan edilmesi ve haberlerde buralarda da olayların olduğunu okumam etkili olmuştu ama… Sonunda yine de yolumuzu değiştirmeyip Türkgözü Sınır Kapısı’ndan ülkemize girip önce Posof sonra da Ardahan’a ulaşma hayaline devam etmiştik.
Gökalp’e Batum yolunu gösterdim. “Buradan da gidebilirdik.” dedim. Vale’de kalacak yer var diye bilgi almıştık ama Vale’de de kalmayıp yola devam ettik. Sınıra kalan yol 8 km.’di. Gökalp’le artık iyiden iyiye “Sınırı geçelim, kalacak bir yer buluruz.” düşüncesi hakim olmuştu. Artık akşamdı ve hava artık “Birazdan kararacağım.” hissini veriyordu bize. Yol iyice tırmanıyorken önümüzde sınıra yakın güvenlik kulelerini gördük. Onların konumuna göre sınır kapısının olduğu yeri tahmin etmeye çalışıyorduk. Gökalp dik yokuşta yorumu patlattı : “Abi sanki gelmesinler diye yapmışlar sınırı yokuşa.” Gerçekten de bu yolda Türkiye’ye doğru yokuşu tırmanmak gerekiyordu. Ulaşması zor bir yerdeyi. Sonunda, uzakta, karşımıza tam da yokuşun ortasında konumlanan sınır binaları çıktı. Öncesinde sağlı sollu benzin istasyonları bulunuyordu Gürcistan tarafında. Gidiş istikametimizdeki benzinliğe girdik. Mini bir “free-shop” ortamı vardı. Bir de döviz bürosu. Elimizde kalan son Lari’leri de Lira’ya çevirdik. Etraf kalabalıktı. Bir otobüs dolusu insan sınır geçişi öncesi moladaydı. Bu sırada yanımıza, sonradan İranlı olduğunu öğrendiğimiz biri yaklaştı. İngilizce olarak, bizi selamlayıp rotamızı sordu. Biz kısaca turumuzu anlattıktan sonra kendisinin de bisiklet turları yaptığından bahsetti. Aslında kendisi de turdaymış. Azerbaycan’da yolculuk yaparken bisikleti kırılmış. O da bisikleti bırakıp turu yarıda keserek İran’a geri dönüyormuş. Kadroyu tamir ettirip ettiremediği konusunda bir bilgi alamadık kendisinden. Kendisi için gerçekten üzüldük. Bu durum bize, turlarda hem kullanılan malzemelerin hem de bisikletin sağlamlığının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.
Nihayet sınıra geldik. Gürcistan tarafındaki polise Batum’dan aldığım kağıdı ve kimliğimi verdim. Bilgisayar kaydından sonra da geri aldım ve geçtim. Gökalp hemen arkamdaydı. O da verdi evraklarını. İlerleyip Gürcistan tarafının free-shop’una girdim. (Türk tarafında free-shop yok.) Bir iki çikolata alırız diye düşünüyordum. Zaten bir şey alıp kendimize yük etmek de mantıklı değildi. Daha önümüzde çok yol vardı. Türk tarafının giriş kapısına geldiğimde Gökalp’in işlemlerinin hâlâ bitmediğini gördüm. Dönüp bekledim. Gereksiz fazla bir süre bekledikten sonra (ki bu sürede geri de gidemiyordum bir problem olmasın diye. Türk tarafındaki polis beni uyarmıştı geri gitmemem konusunda.) Gökalp geldi. Ona free-shop’u gösterdim. Büyük bir hevesle o da girdi içeri. İçki ve parfümleri inceledikten sonra o da çikolata konusuna tamam dedi ama kasadaki hafif çatlak kızın aldığımız çikolatalardan bir kısmına “Bu size yeter.” deyip geri kalanını bize satmaması da ayrı bir komediydi. Sonra fark ettim ki verdiğimiz para bozuk para sıkıntısı yaratıyormuş ve onun bu davranışına sebep de buymuş.
Türk tarafına geçip polislere kağıt ve kimliğimiz verdik. Gürcü tarafı kadar beklemeden işleri tamamladık. Bu arada polislere çevrede durumun nasıl olduğunu sordum. Aldığım cevap hem hiçbir şey söylemeyen hem de çok şey söyleyen bir ifadeydi : “Şu ana kadar bir şey olmadı bu civarda ama bu olmayacağı anlamına da gelmiyor.” Genelde herkes Ardahan’dan ilerisinin, Göle taraflarını karışık olduğundan bahsediyordu. Kalacak yerle ilgili soru sorduğumda ise “15 km. ileride. Posof’ta” cevabını alıyordum herkesten. (Halbuki internetten araştırdığımda sınıra yakın otellerin de olduğunu görmüştüm.) Bu, bize dağ başında karanlık bir 15 km. demekti. Kapıdan çıkarken son kontrol noktasındaki polise selam verip geçebileceğimiz sandım ama gördüm ki adam bizim çantalarımızı kontrol etmek istiyor. Ona kibarca çantalarımızda bir şey olmadığını söyledim ama ikna olmadığını görünce de bir ikisi açıp öyle geçtik. Tucunun çantasında ne olur ki ? Kirli çamaşır ve bisiklet malzemeleri. 
Artık vatan topraklarındaydık. Sınırın hemen çıkışındaki Türkgözü köyündeki otelin kapalı olduğunu görünce önümüzde Posof’a kadar zorluk bir 15 km. olduğunu anladım. Internette her gördüğünüz her zaman güncelle uymuyor. Yol boyu bunu daha iyi anladık. Çünkü karşımıza çıkan her otel benzeri yer, bölgede doğalgaz boru hattı çalışması yapan firmalarca kendi kullanımları için kapatılmıştı. Bu durumda tek alternatif Posof’a ulaşmaktı. Farları yaktık. Zifiri karanlıkta Fenix BT 20’nin ışığını üst kademelere alıp yolu iyice aydınlattım. Yoldaki en büyük güvencemiz de oydu. Aslında içinde bulunduğumuz durumu şöyle bir düşününce, dağın başında, zifiri karanlığın ortasında, Türkiye’nin tam anlamıyla bir köşesindeydik. En yakın yerleşim yeri olan Posof’a ulaşmaya çalışıyorduk. Bu, hem şartların bizi zorladığı hem de tamamladığımızda başarı hissimizi kuvvetlendirecek bir ikilemdi. Uzaktan gördüğümüz her ışık öbeğini Posof sanıyorduk. Eminbey köyünde bir bakkal bulup durduk. Açlık tavana vurmuştu. Atıştıracak ve içecek bir şey bulmak çok önemliydi. Bu arada 3 gencin bize doğru geldiklerini gördüm. Konuşmalarına dikkat ettiğimde içlerinden birisinin “Biraz para koparalım şunlardan.” dediğini duydum. Bizi yabancı sanmışlardı. Genel olarak yabancılardan para veya sigara istendiğini biliyordum ama direkt buna muhatap olmak beni harekete geçirdi. “Selamünaleyküm” deyip konuya girdim. Adamlar şaşırdılar tabi. “Ne o para mara koparalım diyorsunuz. Hayrola ?” dedim. Bu sefer “Yok, mok.” deyip şaşırdılar. “Siz Türk müsünüz ?” dedi bir tanesi. “Türküz.” dedim. “Sonra da ekledim.” Yapmayın böyle şeyler. Para istemeyin yabancılardan.”
Posof ana yoldan 2 km. kadar yukarıda yamaçta yer alıyordu. Uzaktan ışıklarını gördüğümüzde o kadar yokuşun ardından bir de ana yoldan yukarıya çıkmamız gerektiğinin de farkına vardık. Ana yola yakın otellere yer sorduğumuzda yine aynı firma tarafından kiralanmış olduğunu gördük. Artık Posof’a tırmanmak şart olmuştu.  Yukarı doğru Posof’un merkezine yöneldiğimizde bir oto tamirhanesinin karşısında, levhasında Özcanlar Otel yazan bir yer gördük. Dış ilişkiler sorumlumuz Gökalp daha fazla tırmanmadan bir yer bulmak umuduyla “Abi ben bir yer sorayım şuraya” dedi. Ben dışarıda bisikletlerin başından bekliyorken o içeri girdi. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir Anadolu kasabası oteli görüntüsündeydi. Pek bir temizlik vaadi de yoktu sanki. 50-60 yaş aralığında abilerin yürüyerek gelip içeri girdiğini gördüm. Bekleme sürem uzayınca merak ettim. Normalde otele girip odayı görüp fiyatını öğrenmek bu kadar sürmezdi. Gerçekten uzun bir süre bir süre geçtiğini düşünüp artık meraklanmaya başlamışken Gökalp’in çıktığını gördüm içeriden. Hızlı adımlarla yanıma geldi ve şu tarihi cümleyi söyledi. “Abi kaç! Kaç! Kaç! Kaç!.” (hızlıca tekrar eder şekilde)  Bisikletleri alıp uzaklaşmaya başladık. Ben bu arada ne olduğunu soruyordum. Gökalp’de heyecanlı heyecanlı anlatıyordu. İçeri girdiğinde, lokanta kısmında tüm masalarda erkek müşteriler, sadece bir masada ortalamanın üzerinde güzel 5-6 kadın oturuyormuş. Kadınların dilinde kırık bir Türkçe olması dikkatini çekmiş. Bu olağan şüpheli duruma rağmen kalacak yer konusunda ısrar edip oda fiyatı sormak için birini aramış. Adamdan oda fiyatını öğrenip odayı da görmek için yukarı çıkınca ortamın aslında neye hizmet ettiğini anlamış. Dönüşte, kadınlardan birinin kendisine konuya ilişkin laf atması da üzerine tuz biber ekmiş tabi.  O anlatırken ben de içeride yaşananları kafamda canlandırmaya çalışıyordum. Üzerinde Team Sky forması olan 20 yaşında bir genç içeri giriyor ve “Buraya kim bakıyor ? ” diye soruyor. Sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi…  Konuyla tamamen alakasız... Tek derdi kalacak bir yer bulmak. Hem gülüp hem de uzaklaşıyorduk olay yerinden. Ben hâlâ gülüyorum aklıma geldiğinde : “Abi kaç kaç kaç kaç !” 
Yokuşun dikleştiği bir yerde artık bisikletin üzerinden inip yürümeye başladım. Gökalp uzun bir süredir bisikletine eşlik halindeydi zaten. Posof’un merkezi küçük bir çarşıdan oluşuyordu ve Ateş Otel de bu merkezde bulunuyordu. Sınırdan buraya kadar kalınabilecek tek yer de burasıydı. Odayı tutup tam altındaki lokantada yemek yedik. Posof ve civarında kelimenin tam anlamıyla eli yüzü düzgün ve ailece kalınabilecek tek yerdi. Duvardaki belgeleri incelediğimde otelin Avrupa Birliği teşviki ile inşa edildiğini gördüm.
Karnımızı tıka basa doyurup çaylarımızı da içtikten sonra odaya çıkıp duş aldık. Kendi aramızda günü, sınır geçişimizi ve gün sonunda, özellikle Gökalp’in yaşadığı tecrübeyi de bolca konuşup gülüştük. Bu arada teyzemin tura başlarken Gökalp için söylediği “Kim bilir ne tecrübeler yaşayacak.” sözünü hatırlattım Gökalp’e. 

Çıkış : 9:00
Varş : 21:30
Mesafe : 117 km.
Yolda geçen süre : 7:28 saat
Ortalama hız : 16,08 km/s
Maksimum Hız : 55,12 km/s
Ortalama eğim çıkış :%5
Maksimum eğim çıkış :%14
Ortalama eğim iniş : % -4
Maksimum eğim iniş :% -9

5. Gün : 10 Eylül 2015 : Posof-Ardahan
Dünden yolu uzatıp, 30 km. ekstra pedal basıp gecenin bir vakti Posof’a varınca bugünkü yolu kısaltmış olduk. Zaten kısaltmaya çalışmamızın sebebi de bugün hemen tırmanmaya başlayacağımız Ilgar Dağı’ydı. Kahvaltıyı mümkün olan en geniş şekliyle yapıp 09:00’a yetiştik . 2 km.lik inişle yeniden anayola bağlandık. 22 km.’lik tırmanışımız başlamış oldu. Posof’un yakınına konuşlanmış olan Jandarma birliğinin yanından geçerken tel örgünün arka tarafındaki bekçi köpeklerinin hırlaması ve havlaması bize ‘iyi ki buradan gece geçmedik.’ dedirtti. Yokuş dar ama, Türkgözü sınır kapısına giden tek yol olduğu için, kamyon trafiği oldukça yoğundu. Hava güzeldi ama yükseklik ciddi seviyelerde olduğu için sabah saatlerindeki serinliği hissetmiştik. Normal bir tempoda çıkmaya başladık Gökalp’le. Arada bir durup hem dinleniyor hem fotoğraf çekiyor hem de su içiyorduk. Yol, bir sağa bir sola keskin dönüşlerle yükselmeye devam ediyordu. Uzaktaki Posof’u gözden kaybetmeye başlamıştık. Ağaçsız ama yeşil bir ortamda çıkışa devam ediyorduk ki ortalara doğru asfaltın bozulduğunu, yolun beyaz bir tozla kaplandığını gördük. Yolda çalışma vardı ve eski asfaltın üzerine dolgu için mıcır dökülmüştü. Bu tek bir şeyle sonuçlanacaktı. Toz içinde kalacaktık. Belki yolda sadece biz olsaydık çok sorun olmazdı ama kamyon-tır trafiğinin yoğunluğundan, yanımızdan her geçişlerinde hem kalkan hem de inen tozdan nasipleniyorduk. Artık rengimiz de iyice açılmıştı. Tabi tenimizdeki ter bu tozla birleşince üzerimize adımızı yazabilir hale gelmiştik. Dinlen-devam et, dinlen-devam et şeklinde ilerleyerek yapım çalışması olan kısımları geçmeye çalıştık. İleriden kalkan tozları görünce de asfalt kısma daha çok mesafe olduğunu düşünüyorduk. Tabi yolun gevşek zemini tırmanışımızı da epeyce güçleştiriyordu. Normalde harcamamız gereken zaman ve eforun kat kat fazlasını harcayarak ilerleyebiliyorduk.
Zirveye yaklaştığımızı düşündüğümüz bir noktada Botaş’ın tesisleri vardı yolun altında. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının pompa istasyonlarından biriydi. Hemen yanında da jandarma karakolu. Biraz daha ilerlediğimizde yolun altında bir çadır gördük. Hayvan otlatan bir amca uzaktan bize seslendi. Selam verdik. “Gelin çay için.” dedi. Teşekkür ettik. Sağ olsun Anadolu insanı her şartta misafirperverliğini gösteriyor. Durmamamız, yola devam etmemiz gerekiyordu. Pedallara yüklenmeye devam ettik. Asfalt biraz düzelmişti zirveye yaklaşırken.
Turlarda bir hedef koyarsınız kendinize. Bir yere ulaşma, bir yeri görme… Eğer daha önce gitmediyseniz bir yeri ilk kez görmenin heyecanı, bir tat, lezzet… Genelde bir yokuşun, hele zorlu bir yokuşun zirvesine varmak heyecanlandırır sizi. Zorlanırsınız ama başarmanın heyecanı ve zevki de ayrıdır. İşte Ilgar Dağı Geçidi de benim için öyleydi. Daha önce bu yüksekliklere herhangi bir araçla çıktığımı pek hatırlamıyorum. Belki küçükken Kop Dağı Geçidi, Zigana veya benzeri yerler. Ama Doğu veya Kuzey Doğu Anadolu’da arabayla gitmediğim için bu yükseklikleri pek yaşamamıştım. Uludağ’ın zirvesine çıkmıştım ki orası da 2.543 metreydi. Şimdi ise 2.550 m.’ye çıkıyordum hem de bisikletle. Ama yüksekliği de iyice hissetmeye başlamıştım. Aldığım nefesin yetmediğini hissediyordum iyiden iyiye. Gökalp’e söylediğimde o da aynı şeyi hissettiğini söyledi ki bunu söyleyen benden yirmi yaş geç olan kuzenim. Daha yüksekleri merak ediyorum ama açıkçası çok çok daha zor olacağını düşünüyordum. Şöyle 3.000 m. civarında pedal çevirmek mesela…
Sonunda görmeyi beklediğimiz levhayı gördük. Ilgar Dağı geçidi 2.550 m. Yakınında da her geçitte olduğu gibi Karayolları’nının bakım evi. 22 km.lik yokuşu bitirmiştik. Geçit levhasını yanında epeyce fotoğraf çektik. Özelikle Gökalp’in bir sürü sevinç fotoğrafı var levhanın yanında. 
“Bundan sonra hep iniş!” işte tam burada söylenecek söz buydu. Bisikletleri bırakacaktık kendi kendine ineceklerdi. Biz de yorgunluğumuzu atıp yola devam edecektik. Ya da biz öyle sanıyorduk. Yol inişe başladı ama kısa bir süre sonra yine bembeyaz tozlu mıcır kaplama dönecekti. Yüklü bisikletler inişte hemen hızlanmaya başlasalar da tekerleklerin hem tozlu ve gevşek zemine batması ve üstüne üstlük kayması ve dengemizin kolayca bozulması, zevkli olmasını beklediğimiz inişi tehlikeli ve stresli bir hale çevirdi. Çok yavaş ve dikkatli bir biçimde hatta yanımızdan geçen tırlara yol verip yolun görece daha sert zeminli olan bölgesine geçip inmeye çalışıyorduk. Nihayet mıcır bitip tekrar asfalta döndüğümüz yerde ise artık iniş eğimini kaybetmeye başlamıştı. Damal’a kısa bir mesafe kala geçtiğimiz Aşağı Gündeş köyünde, yolun kenarında şu levhayı gördük “Atatürk Silüeti”. Levhayı görünce her yılın Haziran-Temmuz ayları arası akşam saatlerinde dağlara düşen ve Atatürk’e benzetilen insan yüzü gölgesinin burada gözlemlendiğini anladık.
Damal varmak artık bize yemek yemeyi ifade ediyordu. Ana yoldan ayrıldık ve ilçe merkezine doğru yol almaya başladık. Tipik, tek cadde etrafında toplanmış az katlı yapıların olduğu Anadolu kasabası formatındaydı Damal. Etrafta yemek yiyecek bir yer bulmak için caddede bir ileri bir geri giderken gençten biri yine bir “Hello!” patlattı bize. Biz “Merhaba” ile atağı savuşturmaya çalışınca da muhabbet başlamış oldu. Nereden gelip nereye gittiğimiz faslını hızlı geçip “Aslında ben de böyle bir şey yapmayı düşünüyorum.”un köşesinden döndük ve sadede geldik. “Nerede birşeyler yiyebiliriz ?” Biz lokanta arıyorken arkadaş bize sonradan minnetle anacağımız soruyu sordu : “Abi menemen yer misiniz ?” Biz “Evet” diye atlayınca arkadaş bizi hemen karşıda olan pastaneye götürdü. Açken, yorgunken yediğiniz en lezzetlidir ya… İşte bize de en lezzetlisini yedik menemenin o salaş pastanede. Tabi hem bizi oraya yönlendiren eleman hem de pastane sahibiyle de sıkı bir sohbet eşliğinde.
Yemek sonrası yola devam ettik. Yol çok hafif bir çıkışla devam ediyordu Hanak’a doğru. Daha ziyade düz hissi veriyordu. Bu sırada iki motosikletliyle karşılaştık. Birinin altındaki motor uzun yol donanımı olan cinstendi. Diğer daha çok kısa mesafe gidebilecek hafif bir tip… Arkadaşlarla tanışıp sohbete başladık. Çevrede tur yapıyorlarmış. Arkadaş bisiklet turları yaptığından da bahsetti. Donanımı ve gopro kamerası bu işi bilerek yaptığını belli ediyordu.
Hiç ağaç olmayan ama yemyeşil çimenlerin arasından ilerleyen yol çok farklı bir coğrafya sunuyordu bize. Az haneli küçük köylerden geçip Hanak’ın yanından yolumuza devam ettik. Hanak’tan sonra 28 km. yol kalmıştı Ardahan’a. Dümdüz yol ağaçsız düzlükte kıvrılan akarsuya eşlik ederek ilerliyordu. Taa ki Çıldır ayrımına kadar. Çıldır Gölü’ne kısa bir mesafe vardı. Bir iki günümüz daha olsaydı Çıldır Gölü’nü de görmek isterdim. Güvenlik konuları vs. bir yana buraya kadar gelmişken görmeden geçmek olmazdı aslında.
Yol ayrımından sonra asfalt kalitesi çok yükseldi. Kısa bir süre sonra Kars-Ardahan ayrımını da geçtik. Yine sağa döndük. Artık Ardahan’a az mesafemiz kalmıştı ama yine akşamı etmiştik. Ayrımdan sonra yokuş yukarı çıkan yol düz devam ettikten sonra hafif inişle Ardahan’a ulaşıyordu. Ardahan merkezine karanlıkta ulaştık. Telefondan tespit ettiğimiz, üzerinde otellerin olduğu ana caddeye girip ilerleyeme başladık. Bulduğumuz bir otelin kapalı otoparkında bisikletleri koyup odaya eşyaları yerleştirdik ve yemek yemek için dışarı çıktık. İlk defa ciddi anlamda üşüdüğümü hissettim akşam vakti Ardahan’da. Daha önce internetteki tanıtım sayfalarında okuduğum kadarıyla Ilgar Dağı ve Ardahan için “Güneşin Donduğu Yer” tanımlaması yapılıyordu. Bu turun en soğuk yeri de Ardahan olmuştu. Zaten rakımı da 1900 m.’di.
Çok güzel bir pide yiyip çay içtikten sonra odaya döndük.

Çıkış : 9:00
Varış : 19:30
Mesafe : 77,44 km.
Yolda geçen süre : 6:18 saat
Ortalama hız : 12,26 km/s
Maksimum Hız : 65,14 km/s
Ortalama eğim çıkış :%5
Maksimum eğim çıkış :%12
Ortalama eğim iniş : % -4
Maksimum eğim iniş :% -11

6. Gün : 11 Eylül 2015 : Ardahan-Artvin
Önceki gün çok güzel ve yorucu bir etabı tamamlamıştık. Coğrafya Posof’tan itibaren bize çok farklı görüntüler sunmuştu. Ardahan da bu güzel ve farklı görüntülerin tam ortasındaydı. Orta Anadolu da düz ve ağaçsız bir görünümdeydi ama burası hem çok yeşil hem de tamamen ağaçsızdı. Yüksek irtifadaki bu düzlük, ortaokulda öğrendiğimiz “plato” terimini karşılıyordu.
Ardahan merkezdeki bir marketten su ve diğer ihtiyaçlarımızı karşılıyorduk. Gökalp alışveriş için içeriye girmişken ben de dışarıda bisikletlerin yanındaydım. Bu sırada kaldırımda bir grup çocuk vardı. Meraklı gözlerle bana ve bisikletlere bakıyorlardı. Yine bir “Hello” çıktı içlerinden birinden. Ben de “Merhaba” diye karşılık verdim. İlkokul çağındaki bir kız çocuğunun gülümsediğini fark ettim bana… Ben de gülümsedim. Gözlerinin içi parlıyordu. O merakla karışık gülümseme çok hoşuma gitmişti. Gökalp alışverişi tamamlayıp dışarı çıktı. Suları mataralara koyup yola çıktım. Ardahan merkezde zigzag çizen ana yolda ilerledim. Dönüp arama baktığımda Gökalp’in olmadığını gördüm. Biraz bekledim hemen gelir diye ama birkaç dakika geçtiği halde onu göremedim. Meraklanıp geri döndüğümde onu ilk hareket ettiğim yere yakın bir yerde buldum. “İki dakikada kaybettim seni.” dedim. O da beni göremeyip ilerlemeyince uzaklaşmışız bir birimizden. Neyse ki Ardahan küçük bir şehir… 
Bugünkü etap Şavşat üzerinden Artvin’e kadardı. Yine şimdiye kadar gelmediğim bir yolda geçecektim. Yine meraklanıyordum. Önümüzde yine sağlam bir çıkış vardı. Ardahan’dan çıkıp dar yoldan sonsuz gibi görünen ağaçsız düzlüğün ortasında ilerlemeye başladık. Yoldayken gördüğüm muhteşem yırtıcı kuşlardan burada da vardı. Sahin veya doğan cinsinden kısa ama kalın vücutlu kuşlardan ikisi sabah saatlerinde düzlüğün üzerinde süzülüyordu. Arada bir elektrik direklerinin üzerine tünüyor sonra tekrar havalanıyorlardı. Bir tür devriye gibi… Ve ben kafamı çevirip onları takip etmekten alıkoyamıyordum kendimi. Muhteşem görünüyorlardı.
Yemyeşil çimenlerin ortasından ilerleyen dümdüz yola devam ediyorduk. Görüş alanımızda tek bir ağaç göremeden… İleride gördüğümüz dağ sırasında geçit verecek bir yer aradım. Yolun ilerisi nereye gidiyor diye yine tahminlere başladık Gökalp’le. Ama şurası kesindi ki bu dağ sırasını geçmemiz gerekecekti. Önce sağa kıvrılıyordu yol, sonra sola dönüp tırmanmaya başlıyordu. Artık tırmanış moduna girmiştik iyiden iyiye. Suyumuz da yavaş yavaş bitiyordu. Çaktırmadan ciddi bir tırmanışın ortasındaydık. Uzakta, sola keskin bir dönüş yapan ve uzun bir tırmanışla devam eden yolun ortalarına denk gelen kısmında park halinde bir kamyon duruyordu. Gökalp uzaklardan bir tahminde bulundu. “ Abi orada kesin çeşme var. Kamyon boşa durmaz öyle bir yerde.” Haydi inşallah deyip pedallara asıldık. Kamyonun bulunduğu yere geldiğimizde yoldan 20-30 m. İçeride bir noktadan bulunan çeşmeden yola doğru elindeki dolu şişeleri getiren kamyoncu amcayı gördük. Benim mataraları da yüklenen Gökalp hemen çeşmeye yöneldi. Ben de kamyoncu abiyle selamlaştım. Kamyoncu suları yerleştirdikten sonra arka tamponun altına bir takoz yerleştirmeye başladı. Ben ne yaptığını merak edip sordum. Meğer tamponuna çarpmışlar. Yamulmuş. Yamuk tamponu kendi imkanlarıyla düzeltmeye çalışıyordu. Kolay gelsin deyip tırmanışa devam ettik. Sonunda uzaktan yine her geçidin tepesinde görmeye alıştığımız karayolları bakım şefliği binalarını görünce zirveye ulaştığımız anladık. Ve Çam Geçidi levhasının yanında bir sürü selfie çektik. Tam 2.470 metredeydik. Yine bir “Bundan sonra hep iniş.” noktasıydı yani.  Yolun karşısındaysa şu levhada ise şu yazıyordu: Karagöl-Sahara Milli Parkı Sahara Bölümü” Karagöl’ü Borçka’dan hatırlıyordum ama burada bir tane daha vardı. Milli Park’ın Karagöl’ü de ondan geliyordu. Sonradan öğrendik ki bu civarda 3 tane Karagöl varmış. 
Artık iniş başlıyordu ve inişle birlikte dünyamız da değişti. Dağın öbür yanı tamamen farklıydı. O ağaçsız, uçsuz bucaksız “Sahara” yerini yüksek ağaçlarla dolu bir vadiye bırakmıştı. Biz de bu vadinin tepesindeydik. Harika bir yol kıvrıla kıvrıla iniyor ve muhteşem manzaralar sunuyordu. İkide bir durup bu güzel manzaranın farklı açılarını fotoğraflıyorduk. Manzara aklımız almıştı. İniş de baş döndürüyordu. Yaklaşık 10 km.’lik bir çıkıştan sonra 26 km.’lik muhteşem bir inişteydik. Vadinin tabanına doğru iniyorduk. Savşat’a yaklaştıkça dinlenme tesislerinin, restoranların, motellerin levhalarını görmeye başladık. Savşat yamaca kurulmuş, yeşillikler içinde küçük bir ilçeydi. Tam da yemek molası verilecek bir yer… Savşat’ın merkezinde küçük bir lokantada muhteşem bir yatık döner ziyafeti yaptıktan sonra yola devam ettik. İnişe de devam…
Yol Şavşat çayının yanından inişe devam ediyordu. Bu inişi daha önce MapMyRide’dan da görmüştük. Ama adı inişti. Muhteşem vadide muhteşem bir rüzgar vardı. Hem de tam karşıdan. Çam Geçidi’nden sonra tüm gün iniş yapacağımızı hayal etmiştik ama kaderimizde rüzgara karşı inişte pedal çevirmek vardı. Bu benim için fazla şaşılacak bir durum değildi. Rüzgar bu… Bir yerde verir bir yerde alır.  Ama Gökalp ilk turunda ilk kez karşılaşmıştı bununla ve bu da genç ve delikanlı tur arkadaşımı delirten bir durumdu. Bir ara arkamda göremedim. Mola verdiğim bir aralıkta uzun süre beklememe rağmen gelmemesi beni meraklandırdı. Nice sonra pedala isteksiz isteksiz basarak gelirken gördüm onu. Ne oldu diye sordum. İnerken pedala basmak zorunda kaldığı için sinirlenmiş. Kızmış. Dereye taş atarak sinirini geçirmeye çalışmış.  Güldüm tabi. Rüzgar bu nereden eseceği hiç belli olur mu ?  Hele bu duruma sinirlenmek.. 
Yol ikiye ayrıldı. Sağ taraf Meydancık’a gidiyordu. Sol da Artvin’e doğru. Bu noktada Şavşat Deresi de ikiye ayrılıyordu. Göknar ve Okçular Deresi. Soldan devam ettik yola. Yolun kıvrımlarının içine girdiğimizde rüzgar bir süre kesiliyor açığa çıktığımızda ise direkt karşıdan gelmeye devam ediyordu. İlerleyince yolun sağında Pota Manastırı levhasını gördük. Tam anlamıyla duvara tırmanan bir merdiven merak uyandırıyordu. Aklıma not aldım. Gelip çıkacağım bir seferinde.
Yola devam ettiğimizde ileride yol yapım çalışması olduğunu gördük. Yine bir baraj yapılacağından yollar yükseltiliyordu. Daha öncede görmüştüm bu manzarayı. Belki bir sonraki sefer buralardan metrelerce yüksekte olacaktım. Derenin sağında olan yol soluna geçti. Karşı kıyıda, artık kullanılmamaktan eskimiş, ama Google Maps’te hâlâ aktif yol olarak görünen eski yol vardı. Okçular Deresi ve Köprüler Deresi’nin birleştiği yer oldukça geniş bir rezervuar oluşturuyordu. Karşıya geçen büyük köprüden önce sola ayrım Ardanuç’a giden yoldu. Tam birleşim noktasında manzaraya karsı bir tesis yapılmıştı ama kullanılmıyordu.
Artvin yolunda artık akşam olmuştu. Önümüzde 20 km. civarında bir yol vardı ama artık iniş bitmişti. Bundan sonra ne kadar süreceğini bilmediğimiz çıkışlar olacaktı önümüzde. Yakın yerlerde de bir çeşme görememiştik. Sularımız da tükenmişti. Yokuş iyice kendini hissettiriyordu. Bu arada bir dinlenme tesisi gözümüze ilişti far ışıklarımızda. Altınsu Dinlenme Tesisleri. Suları tazeleyip tuvalet molası da verdikten sonra yola koyulduk. Yokuşu çıkarken aşağıda Çoruh’a gem vurmuş Deriner Barajı’nın ışkıları görünüyordu uzaktan. Bir nevi boğaz manzarası vardı. Dar bir boğaz ama güzel bir aydınlatma vardı. Yol iyice yükseldikten sonra artık iniş geçmeye başladı. Tam karşımızda da yamacı kaplayan Artvin’in ışıkları… İniş, çıktığımıza oranla çok daha dikti. Çok keyif aldık ama bu keyfi misliyle geri alması yakındı Artvin’in. Hem de çok yakın. Aşağıya inip ana yoldan Artvin tarafına dönen köprüyü geçtik. Etrafa kalacak yer, otel vs. sorunca herkes parmağını dimdik yukarıya kaldırıp şöyle söylüyordu. “Oteller merkezde.” Ya merkez ? “5 Km. yukarıda.” Sonuç ? 112 Km. yolun sonunda ben diyeyim %10, siz deyin %15-20’lik eğimle bir 5 km. çıkacaktık. Çıkamadık tabi… Ben biraz yeltendim çıkmaya ilk başlarda. Gökalp tavrını baştan koydu. Aslında bir araç bulup çıkabilirdik belki ama belki de ben onca yolun arkasından yediremedim kendime araçla çıkmayı. Bisikletleri iterek ilerlemeye başladık. O yokuşta yüklü bisikleti itmek bile oldukça zahmetliydi. Yaklaşık 1 saat sonra girdik merkeze ha bitti ha bitecek derken. Sürekli kafayı kaldırıp yukarılara baka baka…
Merkezde bir iki otele bakıp uygun bir yer bulduk. Bisikletleri bırakıp yemek için yakındaki bir lokantaya gidip karnımızı doyurduk. Yorgunluktan sürünür bir halde duş alıp yataklarda sızdık.

Çıkış : 08:50
Varş : 22:34
Mesafe : 117,93 km.
Yolda geçen süre : 7:55 saat
Ortalama hız : 14,98 km/s
Maksimum Hız :
Ortalama eğim çıkış :%6
Maksimum eğim çıkış :%17
Ortalama eğim iniş : % -5
Maksimum eğim iniş :% -13

7. Gün : 12 Eylül 2015 : Artvin-Hopa
Bir gün önceki etap bizi oldukça yormuştu. Bugünkü yolumuz 70 km.’di ama Hopa’dan sonra bir de Giresun’a kadar arabayla devam edeceğimiz için çok da geç çıkmamamız gerekiyordu yola. Kahvaltı, toplanma derken yine çıkış 09:00’u bulmuştu. Ama bir farklılık vardı. Güne, dün bisikletleri iterek ve söylene söylene çıktığımız yokuşu inerek başlayacaktık. Dik, keskin dönüşleri olan ve yoğun trafikli yoldan bir önceki günün acısını çıkarırcasına indik. Arada durup Çoruh ve baraj manzarasını fotoğrafladık. Bir çırpıda ana yola bağlanıp kendimizi Borçka’ya doğru pedallara asılırken bulduk. Yol genişti ve Çoruh’a tepeden bakar ama onun kıvrımlarına uyar şekilde devam ediyordu. Ama o eski Çoruh, coşkun akan Çoruh’tan eser kalmamıştı. Durgun bir suyun yanından ilerliyorduk. Sanki deniz karanın içine girmiş gibi. Kuytu köşelerde balık çiftlikleri vardı. Arada bir tünellere giriyorduk. Aydınlatılmış tünellerde, görünüyor olma problemimiz olmasa da bir gün önce yatakta sızdığım için arka farımı şarj edememiştim. İlk tünelden sonra şarjı bitince bataryaya bağlayıp şarj etmeye çalıştım ama bu arada Borçka’ya kadarki tünelleri de geçmiş oldum. Tüneller çok uzun değildi ve kenarında ilerlememize olanak veren ince şeritler mevcuttu. Yıllar önce, tek başıma yaptığım Samsun-Sarp turundaki ışıksız tünelleri hatırlayınca şimdiki tünellerin kolaylıkla geçilebildiğini söylemeliyim.
Uzaktan barajı gördüğümüzde Borçka’ya yaklaştığımızı anladık. Barajın yanından geçen yoldan ayrılıp merkeze doğru ilerledik. Artık yemek vakti olmuştu bizim için. Yemek için küçük bir esnaf lokantası bulup bisikletleri de yakınımıza park edince masaya kurulmamıza engel kalmamıştı. Pilav üstü kuru ve köfte menüsü bizi kendimize getirdi. Gökalp’le lokantanın sahiplerinin Giresun’da okula başlayan oğluna ev bulunması konularında derin bir muhabbet başladı. Yemeğin yanında içtiğimiz suyun ayrı bir lezzeti vardı. Yola çıkarken lokantacı abilerden su istedik. Sağ olsunlar dolaptaki soğuk sulardan verdiler. O şeker gibi su da bize yolun geri kalanında, Cankurtaran yokuşlarında serinlik verdi.
Borçka yolun yarısıydı. 35 km. civarı yolumuz kalmıştı ama kalan yol 690 m. rakımlı Cankurtaran geçidine çıkıp sonra deniz seviyesine iniyordu. Eğimi yavaş yavaş artan yol Çuhala Deresi’nin yanından kıvrıla kıvrıla yeşilin içinde ilerliyordu. Turumuzdan iki hafta kadar önce Hopa çevresinde ve özellikle Borçka’da olan sel felaketi çevrede ciddi hasara yol açmıştı. Derenin çevresindeki setler yıkılmış, kayalar tepelerden aşağıya yuvarlanmıştı. Hele bir çay tarlasının toprağıyla beraber dereye kadar inmiş olması bizi çok şaşırtmıştı. Virajı döndüğümüzde bir anda karşımıza iki tünel girişi çıktı. Cankurtaran Tüneli’nin inşaatı henüz devam ediyordu. Levhasında 5.220 m. uzunluğunda olduğu yazılıyordu. Tamamlanınca Türkiye’nin en uzun tüneli olacak diye konuştuk aramızda. Ama şu an yazıyı yazarken biliyorum ki Ilgaz Dağı tünelinin de yapımı devam ediyor ve tamamlanınca Cankurtaran Tüneli’nden 150 m. daha uzun olacak.
Tünel inşaatının karşısında su molası verip dinlendik ve sonra tırmanışa devam ettik. Sonunda 690 m.’lik Cankurtaran Geçidi’ne vardık. Bir kez daha “Bundan sonra hep iniş!” zamanıydı. J Manzarayı seyredip fotoğrafladıktan sonra inişe başladık. Dik iniş eğimini kaybetmeye başladığında yol bu sefer Hopa Çayı’nın yanından denize doğru devam ediyordu. Artık Hopa’ya yaklaşmıştık. Turun son fotoğrafını Hopa levhasıyla çekip bir hafta önce arabayı bıraktığımız otoparka ulaşıp hem kıyafet değişimi hem de bisikletleri yerleştirmek için epeyce zaman harcadık. Yola çıktığımızda güneş denizin üzerinde batmak üzereydi. Rize, Trabzon ve sonunda Giresun’a ulaşan yol boyunca tüm turun muhabbetini yaptık Gökalp’le. Bize çok çok yardımı dokunan Godi’yi, Surami’deki Gia’yı, Posof’un Özcanlar Oteli’ni, Ardahan’ı, Artvin’in yokuşlarını…
Bu maceranı (da) sonu

Çıkış : 09:00
Varış : 16:30
Mesafe : 71,50 km.
Yolda geçen süre : 04:20 saat
Ortalama hız : 16,52 km/s
Maksimum Hız : 53,62
Ortalama eğim çıkış :%4
Maksimum eğim çıkış :%10
Ortalama eğim iniş : % -3
Maksimum eğim iniş :% -11