Giresun-Torul-Bayburt-İspir-Yusufeli-Borçka-Maçahel-Ardeşen-Akçaabat-Giresun Bisiklet turu (04-12 Ağustos 2019)

 

Merhaba,

Temmuz ayında eşimle birlikte yaptığımız, dümdüz Amsterdam-Brugge turundan sonra kendime daha yokuşlu bir tur planı yapmaya karar vermiştim. :) Planda, kuzenim Gökalp’le -ki kendisi de Giresunludur- birlikte olacaktık turda ama işlerini ayarlayamadığı için bir arada olamadık. Giresun’a kadar arabayla gelip, aracı teyzemlerin evinin önüne bıraktım. Turu kafamda iki bölüme ayırmıştım. Maçahel’e kadar olan kendi deyimimle “arka yol” ve “ön taraf” yani sahil. Aslında önden arkaya geçişler de planlamıştım ama daha sonra planlarımı değiştirip turu biraz kısalttım. Bu turun ana teması Çoruh vadisinden Maçahel’e varmaktı. 

 

1. gün : Giresun-Torul :



Mesafe : 143.49km

Yolda Geçen Süre : 9:38:24

Ortalama hız : 14,9 km/s

Maksimum Hız : 50,6 km/s

Yükseklik kazancı : 1.335 m

 

 

Giresun’dan Pazar sabahı yola çıktım. Tirebolu’ya kadar olan kesim benim için ideal bir tur başlangıcıydı. Düz ve sıcak asfaltlı olan bu bölüm ilk kilometrelerde iyi bir ısınma imkanı sağlıyordu. Daha önce, 2008 yazında, yine tek başına, Samsun-Sarp turu yaparken geçmiştim bu yollardan. Sahil yolundan Tirebolu’nun merkezine girip oradan da beni ana yoldan uzaklaştıran ve kıvrıla kıvrıla akan Harşit Çayı’nın kenarında yavaştan yükselen yola girdim.  Aslında yolun bu kısmının yabancısı değildim. Daha önce Giresun’dan araçla Karaca Mağarası’na yaptığımız gezi için de bu yolu kullanmıştık. Yolun genel karakteri, yeşilliği çok hoşuma gitmişti.

 Doğankent yemek molası için iyi bir mekan oldu bana. Merkezde yemek için uygun bir yer gözüme çarpmayınca Harşit’in karşı kıyısına konuşlanmış çay bahçesine yöneldim.  Yayalar için yapılmış köprüyü geçip, çaya nazır rahat koltuklardan birine kuruldum. Teyzemin, yanıma yolluk verdiği nevaleye çayı eşlik ettirip karnımı doyurdum. Bu arada ayakkabımın bağlarını da gevşetmeyi ve ayaklarımı dinlendirmeyi ihmal etmedim. Çünkü turdan önce 10 senelik spd ayakkabımı emekli etmiş ve Türkiye’de bulamadığım için Hollanda-Utrecht’teki devasa mağaza Mantel’den kendime bir ayakkabı almıştım. (Onun ve Mantel’in hikayesini de o tur yazısında aktarırım.) Yolda herhangi bir sıkıntı yaşamamak için de fazlaca dikkat ediyordum ki ayakkabı sıkıntısı sebebiyle yarıda bırakmayayım turu. Ama Allah’tan o ana kadar bir sıkıntı yaşamamıştım.

 Bu vakte kadar yolun yükselmesini çok fazla hissetmemiştim ama zaten yol bilgisi aldığım kişiler de “Doğankent’e kadar düz.” demişlerdi bana. Yani yol bundan sonra daha dikleşecekti. :)  Tek tesellim yolun çayın kenarından devam edecek olmasıydı. Barajlardan dolayı buralarda yollar tekrar yapılmıştı ve bolca da tünel vardı. Tünel konusunda çokça tecrübeli olduğumdan işimi kolaylaştırıyordu açıkçası. Çok ciddi bir eğim beklemiyordum. Özkürtün’e kadar Harşit Çayı’na akan küçük şelaleleri izleye izleye ilerledim. Bir seferinde de tünele girmeyip, çayın yanından giden ve artık iyice daralmış ve yıpranmış eski yola girdim. Buralarda trafik de yoktu ve daha bakirdi ana yola göre.

 Zigana, Maçka-Trabzon ayrımına yaklaşırken hava kararmaya başlamış ve günün o güzel havası klasik bir Karadeniz havası değişkenliğiyle yağmura dönüştü. Yanımdaki yağmur kıyafetlerini giymem, ayakkabı kılıfını bir türlü yeni ayakkabıya geçirmeyi başaramamam dolayısıyla uzun sürdü. Daha sonra gayet kendimden emin bir biçimde yağmur altında ilerlemeye başladım. Torul’a az kalmış ama hava da kararmıştı. Zigana kavşağındaki yol uzun bir U dönüşü yaparak tünele giriyordu. Çıkışında da dümdüz şekilde Torul’a… Karanlıkta Torul Kalesi’nin renk renk ışıkları, yükseklerde, dağın tepesinde bir pavyon varmış izlenimi yaratıyordu. Merkeze yönelip daha önceden araştırdığım Torul’un tek  oteline doğru yönlendiğimde kulağıma açık havada yapılan bir düğünün davul zurna sesleri geldi. Ortalık da beklediğimden daha hareketliydi. Yol, yapım çalışması sebebiyle çamurluydu. Fazla çamura bulaşmadan telefondaki haritadan yerini bulduğum otele yöneldim. Resepsiyon klasik olarak bir üst kattaydı. Bisikleti kilitleyip çıktım. O zaman diliminde benim için en önemli 3 soru “Oda var mı  ?”, “Bisiklet için kapalı bir yer var mı ?”, (yurt dışı için daha önemli olan) “Internet var mı ?” Eğer burada yer olmasaydı gecenin o saatinde Gümüşhane’ye kadar bir 20 km. yolum daha olacaktı. :) Odaya yerleştim. Saat geç olduğu için hemen çıkıp yemek yiyecek bir yer aradım. Karnımı doyurup çok geç olmadan uyudum. Yine ilk gününü antrenmana çevirdiğim bir tura daha başlamıştım. Yarın ise daha önce hiç  geçmediğim yollarda pedal çevirecektim.

 

2. Gün : Torul-Bayburt :

 

Torul-Bayburt.PNG




 

Mesafe : 96,11 km

Yolda Geçen Süre : 6:52:13

Ortalama hız : 14,0 km/s

Maksimum Hız : 59,3 km/s

Yükseklik kazancı : 1.261 m

 

Bugünkü etap sürekli yükselen bir profille 60. Km.’de 1875 m.lik Vaukdağı Geçidi’ne çıkıyor ardından hafifçe inişe geçip sonra tekrar 1600 m.’ye çıkıyor sonra da Bayburt’a doğru iniyordu. Gümüşhane’ye gelmeden önce birkaç sene önce ailece arabayla geldiğimiz Karaca Mağarası ayrımını gördüğümde o gezimiz aklıma geldi. Mağara gezmeyi çok sevdiğim ama yerini bildiğim halde yolumun uzun süredir düşmediği mağarayı ziyaret etmiştik. Gezdiğim bir çok mağaraya göre nispeten daha küçük olmasına rağmen içindeki oluşumlar çok güzeldi. Gümüşhane’ye yaklaştığımda eski yoldan mı yeni yoldan mı gideceğim konusunda karasız kaldım. Şehrin içine de girebilirdim, daha yukarıdan, neredeyse tamamen tünellerden oluşan çevre yolundan da… Tünellere yöneldim. Önce epeyce tırmanmam gerekiyordu yukarıdaki tünellerin seviyesine ulaşmak için. Hız sensörümün pilini değiştirmeyi unuttuğum için ve Garmin tünellerin içinde GPS sinyallerini kaybettiğinden hız bilgisi ve ilgili değerler ekrandan kayboluyordu tünellerin içinde. Ardı arkasına bir sürü ama Allah’tan aydınlatılmış tüneller… Konu tüneller olunca 2008 yılındaki tek başına Samsun-Sarp turunda geçtiğim tüneller gelir aklıma. O turda Giresun’dan sonra geçtiğim tüm tüneller tamamen ışıksız, zifiri karanlıktı. Far olarak edindiğim aletin aslında görmek değil görünmek amaçlı olduğunu daha sonradan fark etmiş ve daha güçlü farlar edinmeye karar vermiştim. Çünkü bütün o tünelleri, 2 metre kadar önümde, sadece mum ışığıyla aydınlatılmış gibi bir alanı görerek geçmiştim o kocaman kamyon ve tır homurtularının arasında. Bir yandan kilometrelerce süren tünellerin bitmesi için pedallara asılıp bir yandan da önüme çıkabilecek bir çukur ya da yola paralel döşenmiş biz mazgala düşmemek için dikkat kesilerek…

Karadeniz’in dağlarının arkasına geçtiği için o güzelim yeşilliklerden eser kalmamıştı. Sapsarı tarlalar sarıyordu çevremi. Vaukdağı Geçidine kadar uzun bir çıkış vardı. Geçide geldiğimde henüz işim bitmemişti. Bayburt’un yakınlarına kadar tırmanışım bitmeyecekti. Tatlı bir inişin ardından telefondan otelleri bulabileceğim yerleri arayıp merkeze yöneldim. Bayburt’un kalesi bütün muhteşemliğiyle karşıma dikildi. Bir otel bulup odaya yerleştim. Duş alıp yemek yemek ve Bayburt’un merkezini gezmek için dışarı çıktım. Bir şeyler atıştırıp Bayburt’un içinden geçen Yıldırım Çayı’nın üzerindeki köprüden kaleyi ve çayı fotoğrafladım. Biraz dolaştıktan sonra odaya çıktım.

 

 

[b]3. Gün : Bayburt-İspir :[/b]



Bayburt-İspir.PNG

 

Mesafe : 100,66 km

 Yolda Geçen Süre : 6:26:16

Ortalama hız : 15,6 km/sa

Maksimum Hız : 53,5 km/sa

Yükseklik kazancı : 919 m

 

Bugünkü etap genel olarak iniş karakterliydi. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. :) Etabı İspir’e kadar planlamıştım. Yolda Çaykara ayrımında, turu planlarken geçmeyi planladığım (ama daha sonra planlarımı değiştirdiğim) Derebaşı virajlarına selam çakıp Çoruh Vadisi’nden İspir’e yöneldim. Bugünkü etabın konuğu Baksı Müzesi olacaktı.

Baksı Müzesi, Bayburt-İspir yolu üzerinde , Bayburt’a 45 km. uzaklıkta, Bayraktar Köyü’nün yanı başında, Çoruh’u kuş bakışı gören bir yerde bulunuyor. Bayburt doğumlu sanatçı ve akademisyen Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın, doğduğu yerlere yaşam birikimini taşıma çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış. 2010 yılında devletten hiçbir maddi yardım alınmadan hayata geçirilmiş. “Baksı”, Kırgız Türkçesi’nde şaman anlamına geliyormuş. ( http://baksi.org/tr/anasayfa )

Karşıgeçit köyüne gelmeden hemen önce, köprünün başında, tahta bir masanın başında konuşlanmış abileri gördüm. Yanlarından geçerken selamlaştık. Beni hemen buyur ettiler. Menüde çay ve çokoprens vardı. En sevdiğim ikili :) Hemen masada yerimi aldım. Sohbet direkt turumun üzerine dönmeye başladı. Nereliyim ? Nereden geliyorum ? Nereye gidiyorum ? Ama sofranın tek sporcusu ben değildim. İstanbul Pendik’te yaşayan ve yaz için memleketinde olan “Maraton” Ahmet de masadaydı. Çok yakın zaman kadar maraton koşan bir abimizdi kendisi. Televizyonlara da çıkmış ve bolca haber olmuştu. Sohbeti çok güzel, çok samimi bir sofraydı. En son atıyla gelen bir abi de (yaşça benden küçük de olsa abimizdir. :) ) gruba katılınca tam oldu. Baksı Müzesine gideceğimi söyleyince masadaki bir arkadaş bir süre orada bekçi olarak çalıştığını söyledi. “Abi ben hiçbir şey anlamadım oradan.” dedi. “Ağaçları ters çevirmişler. Salona koymuşlar… Oranın müdür bana “Bunlar size göre değil.” dedi. Hiçbir şey anlamadım.” Gülümsedim. Ne demek istediğini de orayı görünce anladım. Bu küçük molanın ardından teşekkür edip müsaade istedim. Bana iyi yolculuk dilediler. Yol kenarında Baksı Müzesi levhasını görüp ana yoldan ayrıldım. Önümde 6.5 km.’lik ciddi bir tırmanış vardı. Küçük fotoğraf molalarıyla irtifa kazandım. Kafamı yukarıya kaldırdığımda muhteşem yırtıcı kuşlardan birini gördüm.  Biraz ötede de Çoruh’a tepen bakan bir konumdaki o ilginç beyaz binayı. Bayraktar köyü yolundan ayrılıp müze girişine saptım. Ben girdiğimde kapıdaki görevli bayan bugünün halk günü olduğunu ve girişin ücretsiz olduğunu söyledi. Sevindim. Ama öğle arasına girildiği için 1 saat kadar beklemem gerekiyordu. Kantin kısmında çay ve tost eşliğinde muhteşem Çoruh manzarasını tadını çıkardım. Müze açılınca da ışıkların açılmasını bile beklemeden binanın içine daldım. Zaten benden başka da kimse yoktu. Issızlığın ortasında böyle bir müzenin olmasına şaşırdığım kadar bu öngörü ve hayal gücüne de saygı duydum. Ana galeride Nuri Bilge Ceylan resimleri sergileniyordu. Büyük ebatlı ve çok etkileyici resimler. İlk kez 2006 yılında sergi oluşturulmuştu bu resim seçkisinden. Şimdi de burada sergileniyordu. Belli dönemlerde de seminerler, aktiviteler gerçekleştiriliyormuş. Bina içinde bir de kütüphane ve seminer salonu vardı ki tasarımları çok güzeldi. Binanın dışında Depo Müze dedikleri küçük bir bina ise daimi koleksiyona ev sahipliği yapıyordu. Bu koleksiyon hem modern hem de geleneksel sanatları bir arada sunuyordu izleyenlere. Ve o yolda karşılaştığım bekçinin sözünü ettiği ters ağaçlar… :)

Normalde aynı yolu geriye dönüp ana yola ulaşmam gerekiyordu. Yol profilinde de bu bana, çıktığım yeri inip 2 yokuş geçmem gerektiğini ifade ediyordu. Müzedekilere yolu sorduğumda, geriye gitmek yerine Bayraktar Köyü istikametine devam edip Çoruh’a inebileceğimi ve oradan, yolun karşısına,  Laleli Köyü’ne geçip yola devam edebileceğimi söylediler. Yola devam ettim. Asfalt yol köyün içinde bitti. Stabilize olarak devam etti. Köyden uzakta inişe geçen yol artık taşlı, topraklı bir karaktere bürünmüştü. Oldukça temkinli bir biçimde ilerliyordum Ellerim sürekli frendeydi. Çoruh’un yanına indim ama haritaya baktığımda karşıya geçecek bir köprü göremedim. İlerlemeye devam ediyordum. Köyün hizasına geldiğimde köprü karşıma çıktı. Altında Çoruh ve Çoruh’ta yüzen, yanında erkek çocukları da olan dayılar, abiler…

Laleli Köyü’nün içinden ana yola ulaşmaya çalışırken gördüm o ikisini. Çeşme olduğunu düşündüğüm bir yerin yanından oynuyorlardı. Biri 3-4, diğer 6-7 yaşlarındaydı en fazla.

-“Merhaba” dedim. Belli belirsiz bir

-“Merhaba” duydum.

-“Orası çeşme mi ?”

-“Evet”

-“Bana su doldurur musunuz ?”

-“Olur.”

 

Mataralarımı verdim. Büyük olan hemen gitti çeşmeye. Doldurmaya başladı. Küçük olan da arkasından. Dolu mataraları getirdiler. Teşekkür ettim ufaklıklara. Bayram öncesi de birer harçlık verdim. “Ne alacaksınız kendinize bayramda ?” dedim. Cevap, beklendiği üzere abur cuburdu. :)

Laleli’den itibaren çok dik çıkışlar vardı. Hani bu yol iniş karakterliydi ? “İniş karakterli dediğim yol karaktersiz çıktı.” dedim kendi kendime. Dik yokuştan oflaya puflaya çıktım. Yine yukarıdan gördüm o muhteşem Çoruh manzarasını. Gözlerimi ayıramadan da inmeye başladım ama yol dar olmasıyla birlikte arada araçlar çıktığı için de tedbirli olmam gerekiyordu.

Çoruh’un yanındaki yeşillikler haricinde ortama sarı renk hakimdi. Çoruh çevresinin bu kadar çorak olacağını hiç tahmin etmiyordum. Karadeniz’de dağlar denize paralel olunca işte bu oluyor dedim. Yağmur bulutları içeri giremiyor. Tüm yağış kıyıda kalıyor. Oralar yemyeşil buralar sapsarı…

İkizdere yol ayrımından sonra artık İspir’e ulaşmıştım. Ortalık da biraz yeşillenmişti. Merkeze girişte yine güzel bir kale görüntüsü vardı. Merkezde bir yer bulup yerleştim. Bu akşamın menüsünde mutlaka İspir fasulyesi olmalıydı. :)

 

 

4. Gün : İspir-Yusufeli : 

İspir-Yusufeli.PNG





 

Mesafe : 80,81 km

Yolda Geçen Süre : 5:59:19

Ortalama hız : 13,5 km/sa

Maksimum Hız : 51,6 km/sa

Yükseklik kazancı : 830 m

 

Bugünkü etabı aslında Artvin’e kadar planlanmıştım ama iniş karakterli yolun karaktersizliği :) öyle bir hal almıştı ki Yusufeli’ne varınca devam etmemenin daha iyi olacağını düşündüm. Evet yolun irtifası azalıyordu ama sürekli bir iniş yokuş halinde olduğundan ciddi şekilde de yoruyordu. Çoruh buralarda dar kanyonların arasından geçiyordu. Yüksek kayalıklar, dar bir yol… Birden tepemde bir duman gördüm. Daha doğrusu bir toz bulutu. Ne olduğunu da tam anlayamamıştım. Yolun kenarındaki istinat duvarının üstüne baktığımda gördüğüm şey kısa boynuzlu bir geyik veya dağ keçisiydi. Varlığımdan ürktüğü için koşturarak kayalıklara tırmanıyordu. O anda daha yüksekte 7-8 tane daha gördüm. Hepsi 70-80 derecelik kaya duvara sanki düz yoldalarmışçasına tırmanarak kaçışıyorlardı. Bir fotoğraf ya da video çekeyim dedim ama gözümü ayırdığımda bir daha görebilmem hareket etmedikleri müddetçe mümkün olmuyordu. Çok flu bir iki kare çekebildim. Arkalarından hayran hayran baktım. Bir anda gözden kayboldular. Ben de onları arada kafes telleri olmadan görebilmenin mutluluğunu yaşadım. Birden, kafamı kaldırdığımda, yukarıda inşa edilen bir viyadük ayağını gördüm. Orada bulunduğum alanın tamamı sular altında kalacaktı. Bunun farkına ilk defa orada, o viyadük inşaatını görünce vardım desem yalan olmaz.

 Artık iyiden iyiye niyetliydim Yusufeli’nde kalmaya. Devam etmeyi, hem yorgunluktan hem de Artvin’e varmak için çok geç saatlere kalacağımdan riske atmak istemedim. Aslında o yolları gündüz gözüyle de görmek istiyordum. Yusufeli’nin içinde kalacak bir yer bulup duş aldım. Sonra da birkaç sene sonra sular gömülecek ve büyük olasılıkla bir daha yolum düşmeyeceği için son kez göreceğim Yusufeli’nin içinde yürümeye ve etrafa bakmaya başladım. Hem etrafa bakıyor hem de yemek için bir yerler arıyordum. Çoruh’a karışan Altıparmak Çayı’nın üzerindeki bir pidecide buldum kendimi. Karnımı doyurup biraz daha dolaşıp kaldığım yere geri döndüm. Yusufeli’de ilk ve muhtemelen son gecemdi.

 

  

5. Gün : Yusufeli-Borçka :

 

Yusufeli-Borçka.PNG





 

Mesafe : 97,54 km

Yolda Geçen Süre : 6:33:50

Ortalama hız : 14,9 km/sa

Maksimum Hız : 49,8 km/sa

Yükseklik kazancı : 530 m

 

 

Sabah, birkaç yıl sonraki kaderine razı olduğu her halinden belli olan otelimde yaptım kahvaltıyı. Sonrasında da ana yola kadar hafif bir inişle… Karşıma çıkan tabela aslında her şeyi özetliyordu. Yıllarca Yusufeli ayrılan yolculara güle güle diyordu ama şimdi artık yolcuların ona ‘Güle Güle’ deme vaktiydi. Tıpkı tabelada yazdığı gibi. Karışık duydular içerisindeydim. Nedendi  bu yok oluş ? Üretirken tüketmek nedendi? Çıkışta mezbahanın olduğu yer diğer yerler gibi Kurban Bayramı için hazırlanmıştı. Ama çok daha önceden başlayan şeyse Çoruh’a karışan kıpkırmızı kandı. O berrak sulara kalınca bir boruyla veriliyor ve yeşil beyaz suları koyu bir kahve renge boyuyordu. Artık Çoruh bu noktadan itibaren eski Çoruh değildi.  Sadece karışan kanla değil ona vurulan bir çok gemle…

Çoruh’u yanıma almış daracık yolda kanyon içinde ilerliyordum. Dün hissetmediğim hafif bir rüzgar başlamıştı karşıdan. Tabi dar kanyonda ulaşım için bir çok tünel de açılmıştı. Geldiğim mevkiin adın “Su Kavuşumu”ydu.  Tam Çoruh’la Oltu Çayı’nın birleştiği yer. İsmi de çok güzeldi. Suların birleştiği yeri “kavuşmak” olarak nitelemek… Kafamı çevirip nehirlerin tam birleştiği yeri görmeye çalıştım. Yol biraz uzak kalsa da kavuşan sular çok güzel bir görüntü veriyordu. Az ötede de yollar kavuşuyordu birbirine. Gümüşhane, Bayburt istikametinden gelen yol Artvin ve Erzurum istikametlerinden gelen yolla birleşiyordu. Hem de efsane bir şekilde : Geldiğim istikametteki tüneli geçince karşıma çıkan kavşak solda bir köprü ve ardından tünelle uzaklaşıyor, düz devam edince de tekrar bir tünele girip Erzurum istikametine uzaklaşıyordu. Suların kavuştuğu yer aslına yolu ayırıyordu. Sonuçta üç yönce de kavşaktan sonra tünele giriyordunuz. Güzel ve gizemli bir görüntüydü. Sanki “Tünelden kaçamazsın. Nereye gidersen git tünele gireceksin.” der gibi. Zaten kaçmak gibi bir niyetim de yoktu. Yolun önce Artvin’e oradan da Borçka’ya kadar olan bölümünün tamamında onlarca tünel vardı. Ama hepsi aydınlatılmış olduğu için kamyon gürültüleri dışında bir sıkıntım olmadı içlerinde.

Sola dönüp köprüyü geçtim. Yusufeli Barajı’nın inşaat alanına iyice yaklaşmıştım. Yanımda tek tük yük kamyonları geçerken artık oradan oraya koşuşturan karıncalar gibi inşaat kamyonları da geçmeye başlamıştı. Trafik oldukça yoğundu. Hem yollarda hem de tünellerde. Baraj aksını olduğu yeri ancak bir tünelin çıkışından diğerine doğru yükselen yolun kenarında durarak görebildim. “İşte” dedim kendi kendime “Geçtiğim bütün yolları bu baraj sular altında bırakacak.” Aslında bu hissi yıllar önce bir kez daha yaşamıştım.  Borçka üzerinden Artvin’e yaptığımız bir seyahatte. Bulunduğumuz yol seviyesinin yüzlerce metre yukarısından tüneller açılıyor ve yollar yapılıyordu. Yoldaki ateşlemeler sebebiyle bir saat kadar akşam karanlığında beklemiştik konvoyun arasında.  Bir sonraki geçişim ise Gürcistan turu dönüşü olmuştu. Ne o yollar kalmıştı ne de oradaki köyler. Artvin ve çevresindeki barajlar Çoruh’u bir denize çevirmişti sanki. Artık o coşkun akan Çoruh hareketsiz kalmıştı. Gürcistan dönüşünde Şavşat’tan aşağılara inerken bizi karşılayan rüzgar her ne hikmetse burada da karşıdan esiyordu. Hem de ciddi bir biçimde… Yol Çoruh kıyısında bir içeri bir dışarı kavis yaptığında rüzgara az ya da çok maruz kalıyordum. Artvin’deki Deriner Barajı’na yaklaştığımda karşıdan geldiğimiz yolu gördüm bir önceki turda. Baraj seviyesinin çok üstün çıkıp, barajdan sonra dik bir biçimde inişe geçiyor ve Artvin’in altında bu taraftan gelen yolla birleşiyordu. Yusufeli’nde kalmanın avantajı Artvin’de  kalmayacak olmamdı. Kuzenim Gökalp’le önceki gelişimizde Ardahan’dan onca yolu gelmiş kalacak yer bulmak için de yol seviyesinden yukarıya Artvin’in merkezine kadar gitmek zorunda kalmıştık. Ben başta biraz zorlamıştım ama yorgunluk ağır basında yaklaşık 5 km. bisikletleri itmek zorunda kalmıştık. Tam bir zulüm olmuştu bizim için. Bu sefer alternatif bir konaklama noktası bulmama rağmen Arvin’e selam verip yola devam ettim. Bugünkü hedef Borçka’ydı. Yolu daha önceden biliyordum. Arvin Borçka arasındaki bol tünelli ve akmayan Çoruh manzaralı (Tamam Artvin sonrası biraz akıyordu.) yolun kenarındaki geniş emniyet şeririnden devam ediyordum. Yol bana yeni bir şey vaad etmediği için mütemadiyen pedala basıyordum. Artvin’e gelmeden karnımı doyurduğum için varana kadar yemek düşünmeyecektim. Ama rüzgarı düşünmeden edemiyordum. Ama o anda bir levha gördüm sonra da gözlerim dehşetle büyüdü. Levhada “Türkiye’nin en uzun zipline’ı 800 m.” yazıyordu. Beni dehşete düşüren şey bu zipline’ın Çoruh’un bir yakasından diğer yakasına gerilmiş olmasıydı. Daha da kötüsü o anki rüzgarda elemanın birini de hazırlıyorlardı, binecek diye. Bir rüzgarın oluşturduğu dalgalara, bir de Çoruh’un epeyce üzerinde karşıdan karşıya gerilmiş zapline’ baktım. Ziplane’e binecek olan adama bakamadım. “Allah akıl fikir versin.” dedim içimden. “Bu rüzgarda da binilir mi buna ?” Gerçekten çok mantıklı bulmamıştım. Daha doğrusu çok riskli bulmuştum yapılanı. “İnşallah bir şey olmaz.” deyip yoluma devam ettim. Yol Borçka Barajı’nı geçince yeniden aşağılara iniyor, barajdan sonra Çoruh da yeniden akmaya başlıyordu. Merkezde kalacak bir yer buldum. Duş alıp dolaşmak ve bir şeyler yemek için dışarı çıktım. Önce Çoruh’un üzerindeki eski köprüye, sonra da tekrar merkeze… Keyf-i Ziyafet adında yöresel yemekler yapan küçük bir restorana girdim. Açlıktan beynim döndüğü için ondan bundan azar azar tabaklara koydurdum. Çorba arkası yemeye başladım. Her şey çok lezzetli, insanlar da çok güler yüzlüydü. Mekanın sahibi Ufuk Bey’le tanıştım. Turumu anlattım. Çok ilgi gösterdi. Maçahel’e gideceğimden bahsedince “Bir haftada gidersin.” dedi. :) Pek istimal vermedi. Sohbet sohbeti açınca epeyce kaldım orada. Sütlacı özellikle tavsiye etti. Ben de denedim ve çok beğendim. Maçahel dönüşü tekrar uğrayacağımı söyledim. Vedalaşıp mekandan ayrıldım. Ertesi gün turun kraliçe etabı vardı. Ben günübirlik gidip dönmekle orada kalmak arasında bir karar verememiştim. Yolun çok dik olduğunu biliyordum ama gerçekte yaşamadan bilemeyecektim yol durumunu.

 

 

6. Gün : Borçka-Maçahel  




 

Mesafe : 61,87 km

Yolda Geçen Süre : 6:37:32

Ortalama hız : 9,3 km/sa

Maksimum Hız : 48,7 km/sa

Yükseklik kazancı : 2.282 m

 

Bugünkü etap turumun kraliçe etabıydı. Toplam 32. Km.’lik ciddi bir tırmanışım vardı. Arada da Karagöl’e uğrayacaktım. Normalde Maçahel’e gidip dönmeyi planlıyordum. Gidi dönüş toplam 110 km.’lik bir yolcuuk olacaktı Maçahel’e. Ama yolun genel karakteri tırman, tırman, tırman, sonra in ama yine tırman şeklinde olduğu için yükümü de hafifletmeye karar verdim. İkinci çantadan birini ve kilitlerin ve ayakkabımın olduğu bir çantayı kaldığım otele bıraktım. “Mümkünse sizde dursun. Ben dönüşte alacağım.” dedim resepsiyondaki elemana. “Ya bugün ya yarın.”  Kahvaltımı yine Ufuk Bey’in mekanında yaptım. Sonra da yola çıktım. İstikamet önce Muratlı tarafınaydı. Çoruh Türkiye’den ayrılmadan bir süre ona eşlik ettim. Karagöl-Borçka ayrımını görünce sağa döndüm. Direkt %8 ‘lik rampa karşıladı. Yavaş yavaş da değil. Birden duvar gibi çıktı karşıma. Gözümü etraftaki yeşillikten alamasam da önümde ciddi bir rampa olduğu gerçeği de apaçık ortadaydı. Aralık Köyü’ne kadar Çoruh’a karışan küçük bir derenin vadisinden yukarı çıkıyordum. Çok geçmemişti ki, orada çokça gördüğüm çift kabin pikaplardan biri yokuşta yanıma geldi. Araçtaki iki kişiden şoför olanı: “Atla götürelim.” dedi. Pedala basarken nefes nefese kalmış bir şekilde cevapladım: “Devam, devam.” Sonra bir nefes daha alıp ekledim arkasından : “Çok teşekkür ederim.” Adam gazlayıp devam etti. Ben de pedallara asılmaya devam ettim. Yol boyu küçük restoranlar ve pansiyonlar arka arkayaydı. Bir mekanda çay molası verdim. Su takviyesi yapıp devam ettim. Karagöl ayrımına gelince önce giderken mi dönerken mi gideyim mi diye düşündüm. Sonra da şimdi gideyim deyip ayrıma girdim. Oraya kadar asfalt olan yol göl ayrımından itibaren kesme taş halini almıştı. Ayrımdan sonra göle inileceğini düşünsem de aksine yol yükselmeye devam ediyordu. Tito ile ilk turumu yaptığımda tırmandığım Sülüklü Göl’ü andırıyordu yolu. Kesme taş yolu zaman zaman küçük şelalelerden taşan sular kaplıyor yolun bir tarafından diğerine geçip aşağılara akıyordu. Önceleri yolun eğimi uygun görünse de sonraları göl yolu da geldiğim yol gibi ciddi eğimlere çıkmaya başladı. Son kısımları iyice dikleşti ve 6. Km.’nin sonunda gölün girişine geldim. Kapıda bilet kesen eleman beni o halimi görünce “Geç abi” dedi. Hız kesmeden otoparka giden yoldan ayrılıp gölün kenarına indim. Ortalık ana baba günüydü. Çoluklu çocuklu aileler, mangal yapan gençler, rehberle ve kiralık araçlarla gelmiş Arap turistler… Bir kısmı da gölde sandala biniyordu. Göl kıyısına gidip Tito ile  bir selfie çektim. Biraz etrafı seyredip bir şeyler yemek için gözleme yapılan bir çadırı gözüme kestirdim. Oturup çayla birlikte bir gözlemeyi gövdeyle bütünleştirdim. Bu sırada gökyüzüne baktığımda o ana kadar bulutsuz olan gökyüzünün hafif bulutlanmaya başladığını gördüm. Yanımdaki görevli “Hava bozuyor.” dedi. Ben “Ciddi mi ?” dedim. “Nasıl olur ? Hiçbir şey yoktu.” “Öğleden sonra buralarda böyle olur.” diye cevapladı eleman. Ben önce anlamadım ama gölden ayrılıp ana yola dönene kadar adamın bahsettiği şeyle yüzleştim. Ana yola çıktığımda bulutun içindeydim neredeyse. Her yeri çok kesif bir sis kaplamıştı bir anda. Hava da iyiden iyiye soğumuştu. 2-3 metre önümü arkamı görüyordum. Gerisi derin bir beyazlıktı benim için. Bu sırada önümde Maçahel Geçidi’nin tepesine kadar tırmanılacak bir 7 km. vardı. Bir buluta binmiş gidiyordum sanki. Önümden ya da arkamdan bir araç gelse beni çok zor fark ederdi. Tabi ben de onları… Ama sanki sürekli karşıma çıkıyormuş gibi kendi kendime  “Ya bir ayı çıkarsa ?”  dedim. “Yola bir ayı çıkarsa onu fark etmem çok zor olur. “ Kendimce çözümü de şöyle buldum: ”Zirveye çıkana kadar geriye dönerim. Zirveyi geçersem de ileri giderim.” Bu tür manasız kendi kendime konuşmalarla -ki etrafa bir şey göremediğim için olabilir :) – zirveye ulaştım. Aslında 2. Etapta geçtiğim Vaukdağı Geçidi’nden 5 m. daha alçaktı burası ama çok daha zahmetli ve eğimleri insafsızdı.

Sonrası ise iniş. Fazla bir şey görmediğimden bol bol frenlere asılarak indim önümdeki 18 km.’nin ilk kilometrelerini. Bulut seviyesinin altına inince karşımda artık Maçahel Vadisi vardı. Yemyeşil bir vadi ve tipik Karadeniz dağınıklığındaki evler… Saat artık benim dönemeyeceğim bir saat olmuştu. Bu geceyi burada geçirip yarın dönmeye karar verdim. Vadiye inip kalacak yer bulmak için yola devam ettim. Maçahel’i geçip Maralköy’e doğru tekrar tırmanmaya başladım. Yine yokuş başlamıştı. Telefondan arayıp bulduğum ahşap bungalovları olan bir yerde konakladım. Aslında yanımda pek bir kıyafet yoktu ama olanlarla idare ettim. Akşam yemeğinden önce  1-2 saat oyalandım. Yemek sonrası dışarda yapılan ateşin başında oradan konaklayan anneanne, anne ve 2 gençten oluşan bir aile ve benim haricinde motel çalışanları, yakınlarda evi olan biri ve devriyeye çıkan jandarmalar vardı. Sohbet koyuydu. Jandarma komutanı astsubay benim bisikletle oraya gelmem üzerine epeyce sohbet etti benimle. Genel olarak ateş başı sohbeti çok keyifliydi. Geç saate kadar çay eşliğinde muhabbet ederken Maçahel hakkında epeyce bir şey de öğrendim. En ilginci de kar uzun süre kalkmadığı için ağır hastaların Gürcistan tarafına geçirip Batum tarafından tekrar Türkiye’ye alınmasıydı.









7. Gün : Maçahel-Ardeşen :

 




 

Mesafe : 80,22 km

Yolda Geçen Süre : 5:48:29

Ortalama hız : 13,8 km/sa

Maksimum Hız : 45,5 km/sa

Yükseklik kazancı : 733 m

 

Sabah kahvaltı sonrası moteldekilerle vedalaşıp yola koyuldum. Önce Maçahel’e inip sonra tekrar tırmanışa geçtim. Çıkarken bir evin önünde selamlaştığım iki kişi yine çift kabin bir pikabın yanında yük indiriyorlardı. Onları bir iki kilometre geçmiştim ki araçlarıyla yanıma geldiler. “Gel götürelim.”  Dedi şoför mahalindeki abi. Normalde akşama kadar pedal basıp Borçka’ya inmeyi ve oradan da Hopa’ya gidip orada konaklamayı planlamıştım bugün için. Eğer onlarla geçidin tepesine kadar gelirsen günü normal plan olan Ardeşen’de bitirebilirdim. Hızlı bir karar sürecinden sonra araca binmeye karar verdim. Bisikleti arkaya koyup arka koltuğa yerleştim. Yolda epeyce sohbet açıldı. Hem tur hem de Maçahel hakkında. Dünkü sisten bahsettim onlara. Hiçbir şey görmediğimi… Gerçekten de zirveye geldiğimde benim durduğum yere göre yolun karşısında olan binayı görmediğim fark ettim. Hatta çektiğim videoda da görünmüyordu daha sonra kontrol ettiğimde. Ama sohbet o kadar koyulaşmıştı ki değil zirvede inmek Borçka’ya kadar arabada devam ettim. Kendilerine çok teşekkür edip girişte araçtan indim. Otelden eşyalarımı aldım. Keyfi-Ziyafet’te tekrar bir yemek arası verip Ufuk Bey’le vedalaştım ve Borçka’dan Hopa istikametine yine hafif tırmanışlarla pedal basmaya başladım. Gürcistan dönüşünde, Cankurtaran Geçidi’ne çıkarken yapılan tünelin girişini görmüştük. Şu an tünelin açık olduğunu biliyordum. “İnşallah bir sorun çıkartıp tünele sokmamazlık etmezler.” dedim kendi kendime. Tünelin kavşağından girişe yöneldiğimde herhangi bir engelle karşılamadım. Tünel, girişinden itibaren direkt inişe geçiyordu. Neredeyse hiç pedal basmadan Hopa’ya doğru iniyordum. 5.200 m.’lik tüneli tek parça sanıyordum ama aslında 3 parçaydı tünel. Arada çok kısa aralıklarla gök yüzünü görebiliyordunuz.

Sahile ulaşınca Hopa merkeze girmeden sola dönüp Ardeşen’i hedefleyerek pedallara basmaya başladım. Yolun bu kısmını (tabi karşı şeritten), 2008 yılındaki Samsun-Sarp turumda geçmiştim. Düz olan yolda sağımda deniz, solumda bolca trafikle ilerliyordum. Aradaki küçük molalar haricinde fazla oyalanmadan Ardeşen’e varıp bir otele yerleştim. Duş alıp yemek işini hallettim. Bu turda hedeflediğim yeri görmenin keyfini yaşıyordum. Normalde tura farklı etaplar da eklemiştim ama anne ve babamla daha fazla vakit geçirmek için planlarımı değiştirip direkt Giresun’a dönmeye karar verdim. Onlar da Giresun’a geleceklerdi. Sonra da birlikte Samsun’a (yazlığa) dönüp birkaç günü beraber geçirecektik.

 

 

8. Gün : Ardeşen-Akçaabat :

 





 

Mesafe : 137,30 km

Yolda Geçen Süre : 7:55:13

Ortalama hız : 17,3 km/sa

Maksimum Hız : 42,4 km/sa

Yükseklik kazancı : 365 m

 

Önceki Karadeniz turumun bu etabını tersten geçecektim bugün. Kurban Bayramı’nın da ilk günüydü. “Bugün herhalde açık bir yer bulamam. Her yer kapalıdır.” diye geçirdim içimden. Sahil yolu, güzel bir deniz manzarası sunuyordu gözlerimin önüne. Yağmur da geçen haftada kaldığı için ıslanma riskim de yoktu. Sessiz, sakin, etrafıma baka baka pedal çeviriyordum. Beklediğim gibi Çayeli’nde Hüsrev, Sürmene’de Serender kapalıydı. Şansımı Rize’de denemeye karar verdim. Merkeze girdim. Bir sürü yeri kapalı görünce tam şansıma küsüyordum ki bir restoranı açık buldum. Oldukça da kalabalıktı içerisi. Titoyu kapını yanına koyup kapıya en yakın masaya oturdum. Rize’ye kadar gelmişken ve Kurban Bayramı münasebetiyle bana kavurma fotoğrafı atan yakınlarıma nazire yaparcasına kavurma söyledim çorbanın arkasına. Karnımı doyurunca yol daha keyifli bir hale geldi. :) Yemekten sonra ilk aradığım şey olan çayı da yolda, son dönemlerde çay markalarının ismiyle açılan yerlerden birinde buldum. Tam önünde de iki tane yüklü tur bisikleti. Birine de römork bağlıydı. Sahipleri ise ortada yoktu. Biraz sonra gelen. Biri yaş olarak benden en az 15 yaş büyük bir abim ve yanında da benden çok daha küçük olduğunu düşündüğüm bir hanımefendiyle (ben kızı olabileceğini düşündüm ama eşi de olabilir tabi :) ) gelip bisikletleri hazırladılar ve geldiğim istikamete doğru yola çıktılar. Oturduğum yer onlara biraz uzakta olduğu için muhabbet kuramamıştık. Yabancı olduklarını düşündüm ama sanırım değillerdi. Adamın bisikletindeki bluetooth hoparlörden hoş bir melodi yükseliyordu. Ben de çayımı bitirip yola devam ettim. Trabzon’un kalabalığını atlatayım diye fazla oyalanmadım. Yeni stadın yanında geçip tünele girdim. Sonunda hedefim olan Akçaabat’a varmıştım. Akşamın ödülü Akçaabat köfteyi kaldığım yerin tam karşısında buldum.

 

 

9. Gün : Akçaabat-Giresun :

 

 

Mesafe 125,81 km

Yolda Geçen Süre : 7:07:34

Ortalama hız : 17,7 km/sa

Maksimum Hız : 40,3 km/sa

Yükseklik kazancı : 459 m

 

Turun son etabında, düz yolda yine deniz manzarası ve tünellerle birlikteydim. Tirebolu’ya gelince ilk gün içeriye döndüğüm yolu izledim geçerken. “Ne güzeldi !” dedim kendi kendime… Tirebolu bir çay çorba molasıyla devam ettim yola. Akşam güneşimde Giresun adasını görmeye başlayınca “Geldim” işte dedim. Bu sefer Giresun’un trafiği büyüdü gözümde. Dikkatli bir biçimde merkezden geçip teyzemlerin evine ulaştım. Balkonda beni karşıladılar. Annem-babam, teyzem-eniştem ve nice maceralı turda birlikte pedal çevirdiğimiz kuzenim. Bisikleti hemen arabaya yerleştirip yukarı çıktım. Bir turda daha görmediğim ve merak etiğim yerleri görmenin mutluluğu vardı gözlerimde.

 

Bu maceranın (da) sonu…

 

 

Tur notları :

1.       Yaklaşık 950 km.lik turun 45 kilometresi tünellerdi. En uzunu da Cankurtaran tüneli (5.200 m.)

2.       En sıcak gün ilk gündü. Garmin 42 derece gösterdi. En soğuk yer de Maçahel geçidi’nin tepesi : 12 derece

3.       En hüzünlü an : Yusufeli’ne elveda dediğim an.

4.       Maçahel çıkışında eğimler insafsızdı. Eğim %5’e inince düz yola geldim diyordum kendime.

5.       Maçahel’dki akşam sohbetinde “Araplar buraya gelmiyor mu ?’ diye sorduğumda “En son Karagöl’e geliyorlar. Devamında buralara gelmiyorlar.” cevabını aldım.